YouTube İlkokulu - Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri ve Daha Fazlası RIFKI SERİSİ: CANKIZ İLE KELOĞLAN EVLENİNCE NE OLDU - YOUTUBE İLKOKULU

RIFKI SERİSİ: CANKIZ İLE KELOĞLAN EVLENİNCE NE OLDU

İlkokul Hikaye Yazma Etkinlikleri


Kitap Adı: Kitap Gezgini Rıfkı 



ÖN BİLGİ

Rıfkı, kimsenin bilmediği hatta annesinin, babasının ve kardeşi Pınar'ın bile bilmediği bir şeye sahipti. Bu şey, tılsımlı bir yüzüktü. Geçen seneki yaz tatilinin bir kısmını, köydeki dedesinin yanında geçirmişti. Bu yüzüğü de samanlıkta oynarken bulmuştu. Onu parmağına taktığında büyük gelen yüzük, bir anda daralarak kendini Rıfkı’nın parmak ölçülerine göre ayarlamıştı. Ayrıca bu yüzüğü ondan başka kimse göremiyordu. Yüzüğün en büyük özelliği onu, kitapların içine sokabilmesi ve hikâyelerdeki karakterlerle konuşmasını sağlayabilmesiydi. Bu karakterler insan, hayvan, bitki ya da böcek bile olabilirdi. Rıfkı, ayrıca bu tılsımlı yüzük sayesinde kendisiyle beraber kitaplara girip çıkanlara yaşadıkları her şeyi unutturabiliyordu. Böylece yüzüğünün deşifre olmasını da önlemiş oluyordu. 





CANKIZ İLE KELOĞLAN EVLENİNCE NE OLDU
  

   (1)
Sevinç hanımın abisi Yaşar bey, Ankara’da yaşıyordu. Kardeşine bir sürpriz yaparak ziyaretlerine gelmişti. Habersiz gelen abisine kızan Sevinç hanım:
-Aşk olsun abi! İnsan geleceğini haber vermez mi? Sevdiğin yemekleri hazırlardım sana.
-Sürpriz yapmayı sevdiğimi bilirsin Sevinç. Hem boş ver şimdi kızmayı, neredeymiş benim yeğenlerim?
-Pınar uyuyor abi ama birazdan kalkar. Rıfkı da okuldaydı. O da birazdan gelir.
   (2) Yarım saat kadar sonra Pınar uyanmış, Rıfkı da okuldan gelmişti. Dayılarının geldiğini görünce ikisi de çok sevindiler. Sevinç hanım, hemen sofrayı hazırladı. Afiyetle yemeklerini yediler.
   (3) Çocuklar, kimseye belli etmeden etraflarına bakıyorlardı. Dayılarının eli boş gelmeyeceğini ve kendileri için hediyeler getireceğini biliyorlardı. Onların bir şeyler arar gibi etrafa bakındıklarını gören dayıları, içinden kıs kıs güldü ama aldığı hediyeleri akşam eniştesi geldiğinde vereceği için çocuklara hiçbir şey demedi.
   (4) Akşama doğru eniştesi de işten gelmişti. Akşam yemeği yenildikten sonra salonda çaylar içilip çerezler yenilirken Yaşar bey, kanepenin arkasına sakladığı poşetten çocuklar için aldığı hediyeleri çıkardı ve onlara verdi.
   (5) Rıfkı, dayısının verdiği hediyeyi hemen açtı. Hediyesini görünce “Hey Allah’ım ya, ne umduk ne bulduk! Böyle hediye mi olur dayı ya? Getire getire “Keloğlan ve Cankız” kitabını getirmişsin. Alsana uzaktan kumandalı bir araba ya da bir helikopter. Öğrenciyiz diye illa kitap mı hediye etmen gerekiyor?” diye içinden sızlandı. Sonra da dayısının, kardeşi Pınar’a verdiği hediyeye baktı. Kardeşine konuşan bir bebek almıştı. Pınar, konuşan bebeğiyle neşe içinde oynuyor, mutluluktan gözleri parıldıyordu. Kardeşinin bu neşeli halini gören Rıfkı “Aferin dayı, şu yaptığına bak! Yani insana zorla okulu bıraktırırsınız. Okula gitmiyor diye Pınar’a konuşan bir bebek, bana da okumam için bir kitap! Adalet mi şimdi bu?” diye içinden sızlanmasına devam etti. Ama yine de sevinmiş gibi yaptı. Çünkü dayısının üzülmesini istemiyordu. Dayısının boynuna sarılıp kendisine aldığı bu muhteşem hediye için ona teşekkür etti. Peşinden de kendini tutamadı ve konuşmaya başladı. 
-Eeee dayı, gerçek hediyemi şimdi mi yoksa giderken mi vereceksin?
-Verdim ya yeğenim. Beğenmedin mi?
-Çooook beğendim dayı çooook!
-Madem beğendin bir daha ki gelişimde daha fazla hediye getireceğim.
-Gerçekten mi? Mesela nasıl bir hediye almayı düşünüyorsun dayı?
-Sana aldığım on kitaplık bir seriydi yeğenim. Sadece bir tanesi kalmıştı. Mecburen o tek kitabı aldım. Söz bir dahaki gelişimde serinin kalan dokuz kitabını da sana getireceğim.
-Tamam dayı anladım. Öğrenciyiz ya dayayın kitabı. Bu çocuk uzaktan kumandalı araba ister mi? Yeni bir bilgisayara ihtiyacı var mı, yok mu hiç düşünmeyin. Tamam mı?


   (6) Rıfkı’nın böyle sızlanarak konuşması üzerine Yaşar dayı:
-Sevinçciğim, bizim akrabalar arasında pek uyanık kimse de yok ama. Bu çocuk kime çekmiş acaba, dedikten sonra eniştesine dönerek:
-Enişte, Rıfkı sizin tarafa çekmiş olabilir mi acaba, diye sordu. Rıfkı’nın babası Murat bey de:
-Bilemiyorum Yaşar ama büyük amcamın lakabı Cingöz İsmail’di. Belki uyanıklıkta ona çekmiş olabilir. Ama tembellikte kime çekmiş olabilir, bak işte onu bilmiyorum, dedi. Babasının böyle konuşması üzerine Rıfkı:
-Baba yaaaa, diyerek ona kızdı.
   (7) Çerezler yenilip, çaylar içilmeye devam edilirken Yaşar dayı, aldığı hediyeyi beğenmeyen Rıfkı’nın kulağına eğilip “Bir dahaki gelişimde sana güzel bir bilgisayar getireceğim.” diye söz verdi. Bir anda keyfi yerine gelen Rıfkı, dayısının verdiği bu söze çok sevindi ve onun boynuna sarılarak yanaklarından öptü.
   (8) Çocukların, yatma saati geldiğinde Sevinç hanım, Rıfkı’yı her zamanki gibi kardeşi Pınar’ı yatırması ve uyuyana kadar da başında kitap okuması için görevlendirdi. İki kardeş, ilk önce dişlerini fırçalamak için lavaboya gittiler. Daha sonra da Rıfkı, Pınar’ı odasına götürerek yatağına yatırdı ve dayısının verdiği “Keloğlan ve Cankız” kitabını okumaya başladı. Rıfkı, kitabı okurken Pınar, aklına takılan bir şeyi abisine sordu.
-Abi, Keloğlan niye kel olmuş?
-Ne bileyim Pınar? Belki de bir hastalık geçirmiştir.
-Boğazı mı ağrımış?  Benim gibi “Öhö öhö” yapıp öskürmüş mü?
-Öskürmüş değil, öksürmüş diyeceksin. Bence Keloğlan saçkıran oluştur.
-O da neymiş?
-Yani saçların dökülmesine sebep olan bir hastalık işte.
-Bize de bulaşmasın sakın!
-Kitabı okurken mi bulaşacak? Ha ha ha ….
-Gülmesene abi! Sen erkeksin tabi. Kel olsan bile önemli değil. Ama ben kızım. Ühü ühü ühü
-Ne güzel işte! Keloğlan’dan sonra bir de “Kelkız” masalları yazılır. Ha ha ha ….
-Anneeeee, ühü ühü ühü ….
   (9) Pınar’ın ağlamasını duyan Sevinç hanım, hızla odaya geldi. “Ne oldu kızım? Niye ağlıyorsun?” diye Pınar'a sordu. Pınar, ağlamaklı bir şekilde “Kelkız olmak istemiyorum anne.” dedi. Bunun üzerine Sevinç hanım, şaşkınlıkla Rıfkı’ya baktı ve ona:
-Kelkız da nereden çıktı Rıfkı, diye ona şaşkınlıkla sordu. Rıfkı da:
-Ne yapayım anne? Pınar bana “Saçlarım dökülürse ne olur?” diye sordu. Ben de “Keloğlan’dan sonra bir de Kelkız’ımız olur.” dedim. O da hemen ağlamaya başladı, diyerek annesine durumu açıkladı. Bunun üzerine Sevinç hanım Pınar’a:
-Bu muydu ağlamanın sebebi Pınar? Saçların dökülmez merak etme. Abin dalga geçmiş seninle, diyerek kızını sakinleştirmeye çalıştı. Annesinin bu açıklamasından sonra Pınar, abisine:
-Pis abi, inşallah senin saçların dökülür, diye kızdı. Pınar’ın bu lafı üzerine annesi de onu destekledi ve:
-Dökülsün kızım! Adı da hazır zaten “Kel Rıfkı” diye espri yaptı.
   (10) Annesinin ve kız kardeşinin kendisi hakkında ettikleri bu lafları kafasına takmayan Rıfkı’nın aklı Keloğlan’daydı. Keloğlan’ı kellikten kurtarmayı aklına koyan Rıfkı, annesine:
-Anne, ben Keloğlan’a çok acıyorum. Onu tedavi ettirip saçlarının çıkmasını sağlayamaz mıyız acaba, diye sordu. Sevinç hanım, Rıfkı’nın var olmayan, sadece bir masal kahramanı olan Keloğlan hakkında böyle konuşmasına şaşırdı.
-Yani kitaptaki Keloğlan resmini kesip bir saç uzmanına gideceğiz. Sonra da “Resimdeki Keloğlan’a saç eker misiniz?” mi diyeceğiz?  Hadi sivri zekalı oğlum, hemen git de yat, dedi. Annesinin kızdığını gören Rıfkı, dişlerini fırçalamak için lavaboya giderken kardeşi Pınar arkasından:
-İyi geceler Kel Rıfkı abi, ha ha ha ……. diye seslendi ve güldü. Rıfkı durur mu? O da:
-Kelkız ne olacak, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Pınar:
-Anne, abime bir şey desene! Bana yine Kelkız diyor, diye şikayet etti. Rıfkı da ona:
-O zaman sen de bana Kel Rıfkı deme, diyerek kendini savunmaya çalıştı. Abisine dilini çıkaran Pınar “Böööööö!” diyerek ona karşılık verdi.
   (11) Odasına giden Rıfkı, okul çantasını hazırladıktan sonra yattı ama hemen uyuyamadı. “Acaba Keloğlan'ın saçları niye dökülmüştü? Doğuştan mıydı, bir hastalıktan dolayı mıydı? Yoksa başka bir sebebi mi vardı?” diye düşündü. Sonra da bunun sebebini anlamak için ertesi gün Keloğlan'ın yanına gitmeye karar verdi.
   (12) Ertesi gün sınıfta şiir yazma çalışmaları olacaktı. Zaten Fuat öğretmen, ikinci sınıftan beri onlara şiir yazmasını öğretiyordu. O yüzden öğrencilerin hemen hemen hepsi basit şiirler yazabiliyorlardı. Genelde öğretmen bir kelime söyler ve bu kelime üzerine öğrenciler şiirler yazarlardı. Bugünkü şiir konusu da “sınıf” sözcüğüydü. Öğrenciler, her zamanki gibi bir süre düşündüler. Sınıfta çıt çıkmıyordu. Çünkü şiir yazmak zordu ve sessiz bir ortamda yapılması gerekiyordu.
   (13) Bir süre sonra öğrenciler, başlarını öne eğerek defterlerine bir şeyler yazmaya başladılar. Fuat öğretmen de öğrencilerin dikkatleri dağılmasın diye masasından hiç kalkmadı. Derin bir sessizlik vardı ama bir süre sonra bu sessizliği öğrencilerden biri bozdu.
Öğretmenine “Öğretmenim Keloğlan niye kel? Bir türlü anlayamadım?” diyen bir öğrenci herkesin dikkatini dağıttı. Fuat öğretmen bu öğrencinin kim olduğuna bakmadı bile. Sadece “Sus lütfen Rıfkı! Arkadaşlarının dikkatini dağıtma!” diye onu uyardı ama Rıfkı sorusunun cevabını alamayınca tekrar sormaya çalıştı. Bunun üzerine tüm sınıf “Rıfkı, sussanaaaa!” diyerek onu uyardılar. Arkadaşlarının bu tepkisi üzerine Rıfkı da mecburen yerine oturdu ve şiirini yazmaya çalıştı.
   (14) Sonraki ders şiirlerin okunmasına sıra gelmişti. Herkes sırasıyla yazı tahtasının önüne gelerek şiirlerini okuyacaklardı. İlk sırada Ayşe vardı. Ayşe, yazdığı şiiri büyük bir coşkuyla okumaya başladı.
         Sınıfım
Sınıfım var mis gibi,
Tüm öğrenciler bilgili.
Öğretmenimiz melek gibi,
Çok severim ben sınıfımı.

Temiziz çalışkanız,
Tüm sınıfların önündeyiz.
Severiz biz birbirimizi,
Çünkü biz 4/B sınıfıyız.
                Ayşe TURAN

   (15) Ayşe'nin şiirini çok beğenen öğrenciler, onu alkışladılar. Öğretmeni de yazdığı bu güzel şiirden dolayı onu tebrik etti. Özellikle “Öğretmenimiz melek gibi.” cümlesi için teşekkür ettikten sonra “Asıl melekler sizlersiniz çocuklar!” diye de ekledi. Daha sonra Tuğçe şiirini okumak için yazı tahtasına geldi. O da Ayşe gibi büyük bir coşkuyla şiirini okudu.

    Evim Sınıfım
Sınıfım benim evim gibi,
Arkadaşlarım kardeşim sanki.
Öğretmenim olmuş babam,
Çok severim ben sınıfımı.

Dersler her zaman neşeyle geçer,
Şakacı Zeki bizi güldürür,
Hayalci Rıfkı hep şaşırtır,
Ben sınıfımı çok severim.
                Tuğçe ZENGİN


   (16) Tuğçe'nin şiiri de öğrenciler tarafından çok alkış aldı. Fuat öğretmen “Vay be, çocuklar sınıflarını amma da çok seviyorlarmış!” diye içinden geçirdi. Sonra da sıradaki öğrencinin kim olduğuna listeden bakınca, şiir okuma sırasının Rıfkı’da olduğunu gördü. İçinden “Bakalım Rıfkı da yazdığı şiirle sınıfını sevdiğini ifade edecek mi?” diye merak etti ve ona seslendi.
   (17) “Gel Rıfkı, gel. Gel de arkadaşlarına gerçek bir şiir nasıl yazılırmış bir göster hele. Hadi şaşırt bizi!” diyerek Rıfkı’yı yazı tahtasına çağırdı. Heyecanlanan Rıfkı, hızla sırasından çıkıp yürüyecekti ki sol ayağı sırasına sıkıştı ve birdenbire yere düştü. Öğretmeni ve birkaç arkadaşı hariç herkes Rıfkı’nın bu durumuna kahkahayla güldü.
   (18) Halbuki Fuat öğretmen “Arkadaşlarınızdan birinin düştüğü kötü duruma sakın gülmeyin, dalga geçmeyin! Düşebilirsiniz, bir yere çarpabilirsiniz, birbirinizle çarpışabilirsiniz, sümüğünüz de akabilir ve hatta altınıza bile yapabilirsiniz. Unutmayın ki sizler çocuksunuz. Başınıza böyle şeylerin gelmesi gayet normaldir. Hem atalarımız ne demişler? “Gülme komşuna gelir başına.”  Sizinle kimsenin dalga geçmesini istemiyorsanız, siz de kimseyle dalga geçmeyin!” diye onları defalarca uyarmıştı. Ama çocukluk işte! Nedense çocuklar söylenenleri çok çabuk unutuyorlardı.
   (19) Fuat öğretmen, hemen Rıfkı’yı yerden kaldırdı ve pantolonundaki tozları silkeledi. Ona iyi olup olmadığını sordu. Allah'tan ki önemli bir şeyi yoktu. Fuat öğretmen ona “İstersen şiirini daha sonra oku.” dedi ama Rıfkı “Bu fırsatı bir daha bulamam öğretmenim.” dedi. Onun söylediği bu laftan huylanan Fuat öğretmen, Rıfkı’nın yine bir şeyler karıştıracağını anladı.    (20) Yazı tahtasına gelen Rıfkı, arkadaşlarının sırıtmalarına aldırmadan şiirini okumaya başladı. Şiirinin başlığı “Bana neden inanmadınız?” idi. Başlığı duyan Fuat öğretmen “Rıfkı, başlığın konumuzla bir alakası yok gibi. İnşallah daha önce belirlediğimiz “Sınıf” konusunun dışına çıkmamışsındır.” diye onu uyardı ama Rıfkı, hiçbir şey söylemeden şiirini okumaya başladı.

      Sınıfım
Pek güzel bir sınıfım var.
Çeşit çeşit de arkadaşım var.
Zeki var şakacı,
Erdi var peltek,
Orhan var kekeç,
Arda var kavgacı,
Temel var en heyecanlı,
Bülent var biraz sağır,
Tuğçe var çok hareketli,
Ali desen dört göz,
Ayşe zaten çalışkan,
Hey maşallah hey, var da var!
Bense sınıfın yıldızıyım,
Masal kahramanının dostuyum.
Kitaplara girer çıkarım.
Ah öğretmenim bir inansan,
Bana kitaplarda eşlik etsen!
Bu akşam Keloğlan bekler beni,
Gelin beraber gidelim.
Keloğlan’la tanışalım.
Hadi artık inat etmeyin!
Bari bu sefer evet deyin.
                Rıfkı YILDIRIM

     Rıfkı, şiirini bitirmişti ama diğer arkadaşları gibi alkışlanmamıştı. Herkes ona öylecebakıyordu. Fuat öğretmen “Ne yapacağız bu çocukla? İyice azıttı. Artık yazdığı şiirle bana mesaj vermeye başladı.” diye canı sıkkın bir şekilde düşündü. Sonra aklına okulun rehber öğretmeni Yeşim hanım geldi. Rıfkı’yı teneffüste onun yanına götürmeye karar verdi.
Fuat öğretmen, herkesin şaşkın bakışları arasında Rıfkı’yla konuşmaya başladı.
-Bu okuduğun neydi şimdi Rıfkı?
-Şiirdi öğretmenim. Fark ettiniz değil mi? Şiirde sizden de bahsettim.
-Fark etmez olur muyum evladım? Çok duygulandım. Sayende gözlerim yaşardı. Böyle düşünceli bir öğrencim olduğu için çok sevindim.
-O zaman bu akşam Keloğlan’a gider miyiz öğretmenim?
-Müsaitler mi acaba? Annesi habersiz gittiğimiz için kızmasın bize sonra?
-Orasını siz bana bırakın öğretmenim? Siz tamam, deyin yeter.
-Rıfkı, zil çalınca seninle Yeşim öğretmene gidelim.
-Olur öğretmenim olur. O da mı bizimle gelecek yoksa?
-Hayır Rıfkı, sebebini gidince anlarsın.
    Birkaç öğrenci daha şiirlerini okuduktan sonra zil çaldı. Fuat öğretmen, Rıfkı’yla beraber rehber öğretmen Yeşim hanıma gittiler. İçeriye önce Fuat öğretmen girdi. Rıfkı’nın hayalci kişiliğinden ve önceki derste yazdığı şiirle kendisine vermek istediği mesajdan rehber öğretmene bahsetti. Rehber öğretmenle konuşması biten Fuat öğretmen, kapının önünde bekleyen Rıfkı’yı odaya çağırdı. Bu sırada zil çalınca ona “Yeşim hanımla görüşmen bitene kadar buradasın. İşin bitince de doğruca sınıfa gel.” dedikten sonra oradan ayrıldı.
   (21) Fuat öğretmenin gitmesiyle beraber, rehber öğretmen Yeşim hanım, Rıfkı’yı tanımak için ona annesi, babası, kardeşi, arkadaşları, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyler, sevdiği ve sevmediği dersler ve öğretmeni hakkında sorular sordu.
-Kitap okumayı çok mu seviyorsun Rıfkı?
-Eh işte.
-Nasıl yani? Öğretmenin sürekli masal ve hikaye kahramanlarından bahsettiğini söyledi. Buna göre çok kitap okuman gerekmez mi senin?
-Hayır öğretmenim, kitabı daha çok kardeşimin uyuması için okuyorum. Tabi ki bir de öğretmenimin verdiği okuma ödevleri var. Onun haricinde pek okumam.
-Peki, sürekli hikaye veya masal kahramanlarından bahsetmenin sebebi nedir Rıfkı?
-Okuduğum kitaplarda eğer bir haksızlık ya da yanlışlık görürsem onları düzeltmek için kitapların içine girerim.
-Sence bu söylediğin şey mantıklı mı? Bir insan kitapların içine nasıl girebilir ki?
-Oooo, ben kitapların içine çok girip çıktım. Kırmızı Başlıklı Kız’la, Pamuk Prenses’le, Sinderella’yla, Nasrettin Hoca’yla falan tanıştım. Hepsi de benim iyi arkadaşlarım olur.
-Yok artık. Şimdi önümde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan bir kitap var. Onun da içine girebilir miyiz yani?
-Tabi ki girebiliriz.
   (22) Rıfkı’nın bunu beceremeyeceğini sanan Rehber öğretmen, Rıfkı’nın kitabı açıp biraz okumasıyla beraber kendini savaşın tam ortasında buldu. Yeşim öğretmen neye uğradığına şaşırırken Rıfkı “Hay Allah ya! Kitabı rastgele açıp okudum. Nereden bilebilirdim savaşın tam ortasına düşeceğimizi. Keşke okuyacağım yere iyice baksaydım.” dedi.
   (23) Bu sırada uçaklar havadan, tanklar yerden bombalıyorlardı. Kurşunlar yanlarından vızır vızır geçiyordu. Yeşim öğretmen, ne yapacağını şaşırmış, iyice korkmuş ve paniklemişti. Aslında Rıfkı da ne yapacağını tam olarak bilemiyordu. İlk defa bir savaş kitabının içine giriyordu. Hep masal ya da hikaye kitaplarının içine girmişti ve karşılaştığı en büyük tehlike de Kırmızı Başlıklı Kız’daki kurttu.
   (24) Az sonra bir top mermisi patladı. Allah’tanki patlama çok yakınlarında olmamıştı. Az ileride Alman askerleri vardı ve kendilerine doğru hızla ve ateş ede ede geliyorlardı. Yeşim öğretmen, öleceklerini sanarak “Eşhedu en la ilahe illallah….” diyerek şehadet getirmeye başladı. Patlayan bombalardan dolayı üstleri, başları toz, toprak olmuş ve giysilerine barut kokusu sinmişti.
   (25) Çok geçmeden Alman askerleri, ikisi de yakaladılar ve esir aldılar. Sonra da cephe gerisine götürüp bir eve hapsettiler. Onlara bağırıp çağırdılar. Hatta askerlerden biri Yeşim öğretmenin kafasına vurup saçını çekti. Yeşim öğretmen, hapsedildikleri evde ağlamaktan konuşamıyordu. Yaklaşık on dakika kadar kendine gelemeyen Yeşim öğretmen kendini toparlayınca Rıfkı’ya bağırıp çağırmaya başladı.
-Rıfkı mısın nesin? Nedir bu yaşadığımız şey?  Hayatında hiç dayak yememiştim. Sayende o da oldu. Anlamadığım şey, biz buraya bir anda nasıl geldik?
-Benim böyle bir yeteneğim var dedim ya öğretmenim! Niye inanmıyorsunuz bana?
-Oğlum az önce odamdaydık. Şimdi ise savaşın tam ortasındayız. Kaçalım buradan yoksa öldürür bunlar bizi!
-İsterseniz geri dönelim öğretmenim.
-Neeee, madem geri dönebiliyoruz, bütün bunları neden yaşattın bize? Deli misin oğlum sen?
-Eeeee, gelmişken macera yaşamayalım mı yani?
-Başlarım şimdi senin macerana! Nasıl becereceksen becer ama hemen geri dönelim. Çabuuuuk!


   (26) Rıfkı ve Yeşim öğretmen, tılsımlı yüzüğün yardımıyla rehberlik odasına geri döndüler. Yeşim öğretmen, şaşkınlıkla etrafa bakınırken Rıfkı’yla göz göze geldi. Yerinden kalktığı gibi “Olmaz olsun senin gibi öğrenci!” diyerek Rıfkı’nın üzerine yürüdü. Belli ki onu dövecekti. Rıfkı, “Yeşim öğretmen, yaşanan her şeyi unutmuşsun.” dileğinde bulundu ve tılsımlı yüzük sayesinde öğretmen, kitaba girdiğini ve orada yaşadığı her şeyi bir anda unutuverdi. Bu sırada çoktan tenefüs olmuş ve Rıfkı’nın niye gelmediğini merak eden Fuat öğretmen, odaya girmişti. Gördüğü manzara karşısında da şok olmuştu. Rehber öğretmen, tanınmayacak haldeydi. O bakımlı ve güzel kadın gitmiş yerine yüzü isten, dumandan hafif kararmış, saçları karışmış, ağlamaktan gözlerindeki rimelleri akmış bir şekilde şaşkınlıkla ve korkuyla etrafına bakınan bir kadın gelmişti. Kısa bir süre sonra şaşkınlığı geçen Fuat öğretmen, Yeşim öğretmene seslendi.
-Yeşim hanım, ne oldu? Nedir bu haliniz?
-Bir şeyler oldu ama ne olduğunu hatırlayamıyorum. Sahi bu çocuğun ne işi var burada?
-Rıfkı’yı konuşmanız için yanınıza ben getirmiştim. Konuşmadınız mı yoksa?
-Rıfkı mı? Rıfkı, sebebini bilmiyorum ama seni hiç sevmedim.
-Hoca hanım, isterseniz gidip elinizi yüzünüzü bir yıkayın. Hiç iyi gözükmüyorsunuz.
   (27) Yeşim öğretmen, lavaboya giderken tekrar Rıfkı’ya dönüp “Bu çocuk bir şeyler yaptı ama acaba ne?” der gibi ona garip garip baktı. Onun lavaboya gitmesinden sonra Fuat öğretmen Rıfkı’ya dönerek sordu.
-Ne oldu burada evladım? Yeşim öğretmen nasıl bu hale geldi?
-Önemli değil hocam ya! Bana inanmayınca, ben de onu İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan bir kitabın içine soktum. Ama bir anda kendimizi savaşın ortasında bulduk. Bombalandık, kurşunlandık, esir alındık, Yeşim öğretmen de askerlerden dayak yedi falan.
-Anlaşıldı Rıfkı, anlaşıldı. Hadi hemen doğruca sınıfına git.
   (28) Fuat öğretmen, Rıfkı’nın bu hayalciliğiyle nasıl baş edeceğini, ne yapacağını bilemediği için iyice şaşırmıştı. Rıfkı’nın annesini arasa ona olanları nasıl açıklayacaktı? Kararsız kaldı. “En iyisi Rıfkı’yı daha yakından takip edeyim, onunla daha fazla ilgileneyim.” diye karar verdi.
   (29) Fuat öğretmen sınıfa girdiğinde Rıfkı, arkadaşlarına Yeşim öğretmenle yaşadıklarını ve onun nasıl korktuğunu anlatıyordu. Olanları arkadaşlarına biraz komik anlatınca öğrenciler, kahkahalarla gülüyorlardı. Öğretmenlerinin içeriye girdiğini gören öğrenciler, hemen yerlerine geçtiler ve sustular.
   (30) Ders beden eğitimiydi. Fuat öğretmen, öğrencilerine sınıfta “Gece-Gündüz” oyunu oynayacaklarını söyledi. Ama öğrenciler bu oyunu çok oynadıklarını ve artık sıkıldıklarını söyleyerek dışarıya çıkmak istediler. O da onları kırmayarak okul bahçesine çıkardı.
   (31) Öğrenciler “Yakan top” oyunu oynamak isteyince öğretmenleri, onları hemen iki gruba ayırdı. Okul bahçesinde de başka sınıflar olmadığı için rahat rahat oyunlarını oynadılar. Rıfkı, oyunda ilk yanan kişi oldu. Kenarda oyunu seyrederken Fuat öğretmen, Rıfkı’nın yanına geldi ve ona “Akşamleyin sizi yarım saatliğine ziyaret edeceğim. Anne, babanla sohbet edip bir fincan kahvelerini içeceğim. Evdekilere haber verirsin, tamam mı?” dedikten sonra oyunu yönetmek için Rıfkı’nın yanından ayrıldı.
   (32) Rıfkı buna çok sevinmişti. “İşte aradığım fırsat ayağıma kadar geldi.” deyip hemen kendince bir plan yapmaya başladı. “Akşama bize geldiğinde eğer anne ve babamın yanından ayrılıp odama gelirse hemen onunla birlikte Keloğlan’ın yanına gideriz.” diye düşündü.
   (33) Bu sırada Fuat öğretmen de Rıfkı’nın unutabileceğini düşünerek Sevinç hanımı telefonla aradı ve eğer müsaitlerse akşama bir fincan kahve içmeye gelmek istediğini söyledi. Sevinç hanım, bunu büyük bir memnuniyetle kabul etti.
   (34) Rıfkı, eve geldiğinde annesinin kek ve poğaça hazırladığını gördü. Belli ki akşam için hazırlık yapıyordu. Öğretmenin yapacağı ziyareti güzel bir şey olarak algılayan Sevinç hanım, akşama başlarına gelecekleri bilmeden oğlu Rıfkı’ya sevinçle baktı. Rıfkı “Akşama öğretmenin gelecek. Haberin var mıydı?” diye sordu. Rıfkı da “Evet anne, öğretmenim bana da söyledi.” diye karşılık verdi. Sonra da odasına gidip dayısının getirdiği “Keloğlan ve Cankız” kitabını açıp okumaya başladı.
   (35) “Bir varmış, bir yokmuş. Keloğlan adında zeki mi zeki, akıllı mı akıllı, cin fikirli bir çocuk varmış. Keloğlan’ın bir de annesi yaşlı bir annesi varmış. İkisi de birlikte yaşarmış. Kel oğlan akıllıymış, zekiymiş ama biraz hayalciymiş. Padişah’ın kızı Cankız’la evlenmeyi hayal edermiş. Onun bu hayalciliği annesini çok kızdırırmış.”
   (36) Okumayı burada kesen Rıfkı “Vay be Keloğlan da benimle aynı kafadanmış. O da benim gibi hayalciymiş.” diye düşündü. Annesinin hazırladığı yemeği yedikten sonra tekrar odasına gitti ve kitabını okumaya devam etti. Bu sefer ki niyeti Keloğlan’ın yanına gidip onunla tanışmaktı. Tılsımlı yüzüğü sayesinde hemen Keloğlan’ın yanına gitti. Rıfkı’yı bir anda karşısında gören Keloğlan çok korktu.
-Amanın sen de kimsin kardeş? İn misin yoksa cin misin?
-Cini biliyorum da in neydi Keloğlan?
-İn, insan demek kardeş. Sen benim adımı biliyorsun ama ben seni hiç tanımıyorum. Daha önce görüşmüş müydük acaba?
-Gördüğün gibi ben de senin gibi inim yani insanım. Seni nereden tanıdığımı ise sonra söylerim. Tamam mı?
-Peki adın neydi kardeş?
-Benim adım Rıfkı.
-Rıfkı, sen nereden geldin böyle? Elbiselerin çok değişik, bizim giysilerimize hiç benzemiyorlar ve çok darlar. Sahi o daracık elbiseler seni rahatsız etmiyor mu?
-Yoooo, niye rahatsız etsin ki? Şey, ben seni bir konuda uyarmak için gelmiştim.
-Beni uyarmak için mi geldin? Hangi konuda?
-Padişah’ın kızı Cankız’la evlenme hayalinden vazgeç! Yazık olmasın sana!
-Ne diyorsun Rıfkı kardeş? Ben evlenirsem ancak padişah kızıyla evlenirim. Hem niye yazık olacakmış ki bana?
-Sen fakir, gariban birisin. Cankız ise zenginlik içinde yaşayan, istediği her şeye anında sahip olan bir sultan kızı. Burada seninle hiç kuru ekmek, bulgur, kuru fasulye yer mi? Üç gün yer sonra “Hani benim salamım, sucuğum, pastırmam, etim?” derse, ne yaparsın sonra? Hem bu eski evde, annenle beraber oturur mu hiç?
-Yahu Rıfkı şu düşündüğün şeye bak. Ahırdaki ineği keser, Cankız’a yediririm.
-Zor kesersin Keloğlan! Bu ineği annen sana asla kestirmez.


   (37) Bu sırada Keloğlan'ın “Ahırdaki ineği keser Cankız’a yediririm.” lafını duyan annesi elinde sopasıyla bir anda evden fırlayarak onlara doğru koşmaya başlar. Annesinin geldiğini gören Keloğlan “Yapma ana, kıyma oğluna.” diyerek kaçmaya başladı. Annesi arkasından “Sanki ahır inek kaynıyor da kalkıp ineği keserim diyor. Varımız yoğumuz bir tek ineğimiz. Onu da başkasına mı yedireceksin a keltoş oğlum, a saf oğlum, a düşüncesiz oğlum benim?” diye söylendi.
   (38) Keloğlan kaçınca, annesi eve geri döndü. Ama siniri bir türlü geçmeyen kadın, “Keloğlan olmazsa, arkadaşı olur.” dedi ve Rıfkı’nın yanına gitti. Rıfkı, başına geleceklerden habersiz kadına öylece bakarken, birden sırtına bir sopa yedi. Kadından böyle bir hareket beklemeyen Rıfkı kaçmakta gecikince, sopalar da peş peşe vücudunun her yerine indi. Sopa darbelerinden dolayı sersemleyen Rıfkı, odasına geri dönmekte zorlandı. Odasına döndüğünde ise aldığı sopa darbeleriyle her yerinin kızardığını, morardığını gördü. Halsizlikten ne yapacağını bilemedi, yattı ve uyudu.
   (39) Yaklaşık iki saat deliksiz uyuyan Rıfkı’yı kardeşi Pınar kaldırdı. Ama abisinin yüzünün, başının, kolunun, bacağının şiştiğini ve morardığını görünce “Anne, abim rüyasında dayak yemiş herhalde. Baksana her yeri şişmiş ve morarmış.” diye seslendi. Pınar’ın söylediklerini duyan Sevinç hanım, koşarak hemen onların yanına geldi. Morlukları ve şişlikleri görünce birden panikledi.
-Oğlum nedir bu halin? odada tek başınayken nasıl becerdin de bu hale geldin?
-Keloğlan'ın annesi yaptı anne. Keloğlan’a çok kızmıştı ama yakalayamayınca onun yerine beni evire çevire güzelce bir dövdü. Hem de hiç acımadan.
   (40) Annesi, Rıfkı’nın söylediklerini hiç ciddiye almadı. Sadece onun bu hale nasıl geldiğini düşünürken bir taraftan da morluklar ve şişlikler için ne yapabileceğini düşündü.
 Rıfkı, annesini inandırmak için Keloğlan’ın yanına götürmek istedi ama sonra Keloğlan’ın annesinin, hiç acımadan annesini de dövebileceğini düşünerek bundan vazgeçti. “Gerçi annesi gençti. Keloğlan'ın annesini çok rahat döverdi ama yine de “Ne olur, ne olmaz? Yaşlı maşlı ama kuvvetli bir kadın. Annemi de dövebilir belki.” diye düşünerek fikrinden vazgeçti.
   (41) Annesi hemen Rıfkı ile ilgilendi. Morlukların ve şişliklerin üzerine merhemler sürdü. Sonra da oğluna uyumasını söyleyerek eşi Murat beyi aradı. Rıfkı’nın durumunu anlattı. Eşi olayın nasıl olduğunu sorduğunda da “Anlatacak bir şey yok. Rıfkı, yine hayali şeyler anlatıyor. Neymiş, Keloğlan'ın annesi onu dövmüş.” dedi. Murat bey “Ne yapalım? İstersen Fuat beyi ara da Rıfkı’nın durumunu anlat. Bu akşam değil de başka bir akşam davet edeceğimizi söyle.” dedi. Sevinç hanım, eşinin dediğini yaparak Fuat öğretmeni aradı ve Rıfkı’nın durumunu anlattı. Fuat öğretmen “Geçmiş olsun.” dedikten sonra “Artık Rıfkı iyileşince ziyaretinize gelirim.” dedi.
   (42) Rıfkı, birkaç gün okula gidemedi. Allah'tanki yüzünde sadece bir yerde morluk vardı. Orası da sağ gözüydü. Üç gün sonra okula giden Rıfkı’ya öğretmeni ve arkadaşları geçmiş olsun, dediler. Ama Fuat öğretmen, Rıfkı’nın anlatacaklarını tahmin ettiği için morlukların nasıl oluştuğunu özellikle hiç sormadı.
   (43) Tenefüste meraklı arkadaşları ona sürekli “Annen mi dövdü? Baban mı dövdü? Arkadaşın mı dövdü? Kim dövdü?” gibi sorular sorunca Rıfkı da, Keloğlan’ın annesinden dayak yediğini söyledi. Bunun üzerine çocuklar, onunla dalga geçmeye başladılar. Erdi;
-Geçen gün beni de Sinderella'nın üvey annesi dövdü. Ha ha ha …... diye dalga geçti ve güldü. Osman:
-Beni de Hacivat ile Karagöz “Bizi niye televizyonda izlemiyorsun?” diyerek sabaha kadar sırayla dövdüler. Ha ha ha …...,dedi.
   (44) Osman'ın bu laflarına oradaki tüm öğrenciler katıla katıla güldüler. Gülmeyen sadece bir kişi vardı. O da Rıfkı’ydı. Öğrencilerin alayları bir türlü bitmiyordu. Zeki:
-Ben de geçen gün penceremin kenarındaki örümcek ağını temizledim. Ama birkaç dakika sonra karşımda Örümcek Adam’ı gördüm. Meğerse temizlediğim örümcek ağı teyzesinin eviymiş. Gitmiş ona “Zeki, evimi başıma yıktı.” diye şikayet etmiş. Örümcek Adam, sadece beni değil, evde kim var, kim yok önüne gelen herkesi dövdü. En çok da beni dövdü tabi ki. Ailecek üç gün hastanede yattık. Ha ha ha …..dedi ve güldü.
   (45) Zeki'nin anlattıklarını çok komik bulan öğrenciler, kahkahalarla güldüler. Rıfkı da onlara kızıp yanlarından ayrıldı ve kantine gidip süt ve simit aldı. Yakındaki bir bankın üzerine oturarak karnını doyurdu. Sonra da sınıfına gitti. Aklı, öğretmeninin anlattığı dersten çok Keloğlan’daydı. “Akşamleyin Keloğlan’ın yanına gidip, bir daha konuşmaya çalışayım.” diye düşündü.
   (46) Akşam yemekten sonra odasına çekilen Rıfkı, ödevlerini hemen yapıp bitirdi. Keloğlan ve Cankız kitabını açıp okuyacakken kollarındaki morlukları gördü. “Aman Keloğlan'ın annesinin olmadığı bir sayfayı açayım bari. Bu kadın vurduğunda acımadan vuruyor.” diye düşündü. Rıfkı, biraz sonra tılsımlı yüzüğünün yardımıyla Keloğlan’ın yanına gitti. Keloğlan önde eşeği arkada eve doğru gidiyorlardı. Rıfkı’yı bir anda karşısında gören Keloğlan şaşırdı.
-Oooo Rıfkıcığım, yaşıyor muydun sen? Annemin elinden kurtulabildin demek.
-Ne kurtulması Keloğlan? Vücudumda sopanın değmediği yer kalmadı. Neredeyse tüm vücudumu morarttı annen.
-Yaaaa, anlıyorsun beni değil mi? Bu kel başım, annemden yediğim sopalar yüzünden böyle kel kaldı.
-Nasıl yani, senin saçların hastalıktan dolayı dökülmemiş miydi?
-Ne hastalığı cancağazım? Önceleri hep kafama kafama vururdu. Saçlarım bu yüzden dökülmeye başlayınca, başımdaki morluklar da gözükmeye başladı. Komşulardan utandığı için artık sırtıma sırtıma vuruyor.
-Yok artık! Nasıl bir anneymiş bu ya?
-Şaka şaka, aslında annem melek gibidir! Çok kızdırdığım zaman bazen sinirlerine hakim olamaz. O zaman iyice bir döver beni. Yoksa normalde dövdüğü falan da yoktur yani! Başım da doğduğumdan beri hep kelmiş.
-Ne yapıyorsun ki kadıncağızı bu kadar sinirlendiriyorsun?
-Mesela geçen gün pazara gönderdi ama pazar yerine göle yüzmeye gittim. Tarlayı sürmeye gönderdi ama tarlaya gitmek yerine akşama kadar arkadaşlarımla oyun oynadım. Geçen ay annem kahvaltı için sofrayı kurmuştu. Ekmekleri getirmeyi unutmuş. Bana “Mutfağa gidip ekmekleri getir.” dedi. Ben de ekmekleri almak için mutfağa giderken, dışarıda arkadaşlarımın dereye balık avlamaya gittiklerini gördüm. Oltamı aldığım gibi ben de onların peşlerinden gittim. Eve ancak hava kararınca döndüm. Geçen hafta da koyunları otlatmaya gönderdi ama koyunları bırakıp ormana gittim ve dolaştım. Bulduğum böğürtlenleri, çilekleri falan yedim.
-Koyunların başına bir şey geldi mi peki?
-Ben ormanda dolanırken kurtlar gelip hepsini yemiş.
-Çoban köpeğiniz yok muydu?
-İki tane vardı.
-Eeee, onlar koyunları koruyamamışlar mı?
-Kurtlar onları da yemişler.
-Hayvanlara bak, amma da acıkmışlar ha! İyi ki orada değilmişsin yoksa seni de yerlermiş yani.
-Ben de anneme öyle dedim ama hem kızdı hem de iyi bir dövdü beni.
-Niye?
-Çünkü ormandan geri dönerken yolu şaşırıp yanlış yere gitmişim. Koyunları göremeyince ben de “Eve kendiliklerinden dönmüşlerdir.” diye düşündüm ve doğruca eve geldim. Annem “Koyunlar nerede?” diye sorunca o zaman koyunların dönmediğini anladım. Hava kararmak üzere olduğu için onların yanına da dönemedim. Zaten kurtlar da gece sürüye saldırıp çoban köpekleriyle birlikte hepsini yemişler.


   (47) Keloğlan, Rıfkı’yla konuşarak yürürken yorulduğunu hissetti. Eşeğe binmek için arkasını döndü ama eşek arkada yoktu. Rıfkı ile beraber eşeği her yerde aradılar. Ama bir türlü bulamadılar. Keloğlan ağlamaya başladığında Rıfkı, eşeğin uçurumdan düşmüş olduğunu gördü. Uçurum çok derin değildi. Ama işin kötüsü beş kurt eşeğin başındaydı ve onu yiyorlardı. Kurtları gören Rıfkı, korkuyla etrafına bakındı. Sol tarafta ve biraz uzakta üç kurt gördü. Keloğlan'a eşeğinin başına gelenleri gösteren Rıfkı “Başımız belada.” dedi ve kendilerine doğru gelen üç kurdu gösterdi. Ona “Keloğlan, buradan hemen kaçmalıyız! Yoksa bu hayvanlar bizi de yiyecekler.” dedi. Kurtların iyice yaklaşmasıyla daha da panikleyen Rıfkı, Keloğlan'ın elinden tuttu ve tılsımlı yüzüğünün yardımıyla odasına geri döndü.
   (48) Bir anda kendini Rıfkı’nın odasında bulan Keloğlan çok şaşırdı. Bir yandan da kurtlardan kurtuldukları için sevinmişti. Rıfkı’ya baktığında onun gayet sakin olduğunu görünce Rıfkı’ya “Yoksa sen büyücü müsün?” dedi. Rıfkı, kısık bir sesle “Tabi ki hayır, odamdayız. Biraz sessiz ol ki annem ve babam seni fark etmesinler.” dedi. Bu sırada Pınar hızla abisinin odasına girdi. Keloğlan'ı görünce sevinçle “Anne baksana, abim odasına Keloğlan'ı getirmiş.” diye seslendi.
   (49) Sevinç hanım, hemen Rıfkı’nın odasına gitti. Kel bir çocuğu, eski zaman giysileri içinde oğlunun yanında görünce ne yapacağını bilemedi. Sonra da Rıfkı’ya kızdı.
-Oğlum, iki dakika boş bırakmaya gelmiyor seni. Hangi ara dışarı çıktın da arkadaşını getirdin buraya.
-Şey anne ….
-Ne şeyi oğlum konuşsana! Hem arkadaşının üstünde niye eski zaman kıyafetleri var. Yoksa folklor kursuna falan mı gidiyor?
-Hayır anne, bu yeni arkadaşım Keloğlan.
   (50) Çocuğun gerçek Keloğlan olduğuna inanmayan Sevinç hanım, onu mahallelerine yeni taşınan biri sandı.
-Senin adın nedir evladım?
-Benim adım Keloğlan teyze, verin elinizi öpeyim.
   (51) Sevinç hanımın elini öpen Keloğlan:
-Evde eli öpülecek başka bir büyük var mı teyze? Ayıp olmasın onun da elini öpeyim, dedi. Sevinç hanım:
-Murat bey elini hazırla. Keloğlan elini öpmeye geliyor. Ha ha ha …., diye gülerek eşine seslendi. Eşi Murat bey:
- Ne diyorsun hanım, ne Keloğlan'ı, diye şaşırdı.
   (52) Keloğlan’ı gören Murat bey “Şaka mı bu?” diye tebessüm etti. Biraz sonra Keloğlan gelip Murat beyin de elini öptü. Rıfkı’nın anne ve babası birbirlerine şaşkınlıkla bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Bu sırada kapının zili çaldı. Gelen Fuat öğretmendi. Bir şeyler hazırlayarak zahmete girmesinler, diye habersiz gelmişti. Evdekiler çok şaşırırlar. Hemen Fuat öğretmeni eve davet ettiler.
   (53) Salonda oturdular. Pınar, abisinin öğretmenini görünce yanına gidip “Sen abimin öğretmeni misin amca?” diye sordu. Evet cevabını alınca da “Abim hep kitaplara girip çıkıyor. O aslında süper birisi.” dedi. Fuat öğretmen bu çocukça lafları fazla önemsemedi. Sadece Pınar’ın başını okşayarak “Tabi tabi,” dedi. Bu sırada Keloğlan,  Fuat öğretmenin yanına gelerek elini öptü. Keloğlan öper de Pınar'la Rıfkı boş durur mu? Hemen onlar da Fuat öğretmenin elini öptüler. Keloğlan'ı eski zaman elbiseleriyle gören Fuat öğretmen, onunla ve elbiseleriyle yakından ilgilendi.
-Bu elbiseleri nereden aldınız evladım?
-Annem dikti amca.
-Niçin dikti peki? Folklor kursuna mı gidiyorsun yoksa?
-Kurs mu? Bunlar benim günlük elbiselerim amca.
-Hay Allah ya! Çok mu fakirsiniz yoksa?
-Sormayın amca sormayın! Babam ben küçükken ölmüş. Zaten fakirdik, babam ölünce daha da fakirleştik. Bir ineğimiz var, bir de tarlamız var. Ha, bir de eşeğimiz.      
-Vah vah, çok üzüldüm evladım! Saçların niye yok? Niye kelsin evladım? Boyun da biraz kısa gibi sanki!
-Her gün Bulgur pilavına kaşık sallamaktan olmuştur amca.
-Ama “İneğimiz var.” demiştin! Süt, yoğurt, peynir, tereyağı yemiyor musunuz?
-Haftada bir tadımlık yiyorum amca. Annem ineğin sütlerini sağıp sağıp satıyor. Etin tadını bile unuttum neredeyse. Kurban Bayramı da olmasa etin tadını da bilemeyecektim zaten.
   (54) Keloğlan konuştukça oradakiler sürekli ağladılar. Gözyaşları sel oldu. Pınar, kumbarasındaki paraları, Fuat öğretmen yüz lirayı, Murat bey de elli lirayı cüzdanlarından çıkararak Keloğlan'a verdiler.
   (55) Keloğlan kağıt paralara baktı, baktı, baktı. Sonra da “Aaaa, kağıdın üstünde resimler var!” diye hayretle söylendi.  Murat bey:
-Oğlum, sen daha önce hiç para görmedin mi, diye sordu. Keloğlan:
-Para mı? O da nedir amca, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Fuat öğretmen:
-Oğlum işte elindekilere para denir, deyince Keloğlan:
-Bunlarla ne yapılır amca? Bu kağıtları sobamızı tutuştururken mi kullanacağız yoksa, diye konuşunca oradakiler iyice şaşırdılar. Fuat öğretmen:
-Ne diyorsun oğlum sen? Yüz lirayla soba mı tutuşturulurmuş? Çok zenginler bile bunu yapmıyorlar. Bu devirde paranın ne olduğu bilinmez mi ya, diye tepki gösterdi. Keloğlan bu sefer bozuk paraları göstererek:
-Amca bunları kuyuya atıp dilekte mi bulunacağız, diye iyice saçmalayınca bu sefer Murat bey:
-Yok artık, bir insan bu kadar cahil olabilir mi ya! Rıfkı oğlum, ne diyor bu çocuk, diye tepki gösterdi. Fuat öğretmen:
-Oğlum bunların adı para. Bunlarla bakkala, markete, pazara gidip alışveriş yaparsın, dedi. Söylenenleri anlamayan Keloğlan, kendisiyle dalga geçildiğini sandı.
-Amca dalga mı geçiyorsunuz siz? Kağıtla alışveriş mi olurmuş hiç! Pazarcıya bu kağıtları para diye versem, onu kandırmaya çalıştığımı sanarak iki saat döver beni valla.
   (56) Babası Rıfkı’nın kulağına eğilerek “Oğlum, nereden buldun bu çocuğu? Bizimle dalga geçer gibi bir hali var. Bununla arkadaşlık yapmanı istemiyorum. Hadi bak, öğretmenin de burada. Adama ayıp olacak şimdi. Arkadaşını eve gönder artık.” dedi.
   (57) Rıfkı arkadaşını alarak odasına doğru giderken babası arkalarından “Oğlum, kapı orada değil. Nereye gidiyorsunuz?” diye seslendi. Ama Rıfkı duymamış gibi yaparak hemen Keloğlan’la odaya girdiler. Sonra da tılsımlı yüzüğü sayesinde Keloğlan'ı evine bırakıp tekrar geri döndü.


   (58) Rıfkı geri döndüğünde hemen salona geçti. Ailesi, Fuat öğretmenle sohbet ediyordu. Babası Rıfkı’ya “Oğlum, arkadaşını evine göndersene. Ailesi merak etmesin!” dedi. Rıfkı “Gönderdim ya baba!” deyince Murat bey hemen Rıfkı’nın odasına gitti. Keloğlan odada yoktu. Elbise dolabına, yatağın ve masanın altına baktı ama Keloğlan'ı bir türlü göremedi. Babasının şaşkınca biraz da sinirli bir şekilde kendisine baktığını gören Rıfkı “Valla evine gitti baba. Keloğlan, burada değil.” dedi.
   (59) Murat bey, Fuat öğretmenin salonda olduğunu hatırlayınca hemen oraya geri döndü. Fuat öğretmen de şaşkındı. Ne olduğunu sorunca Murat bey “Anlamadım ki hocam! Beraber odaya geçtiler ama daha sonra Rıfkı, tek başına yanımıza geldi. Odasına gittiğimde Keloğlan dediği çocuk orada değildi.” dedi.
   (60) Fuat öğretmen, Rıfkı’nın aynı şeyleri sınıfta da yaptığını söyledi. Rehber öğretmenle Rıfkı’nın yaşadıklarını anlattı. Derslerinde bir sıkıntı olmadığını, arkadaşlarıyla bir sorun yaşamadığını söyledi. Bir süre sonra da çayını içip oradan ayrıldı.
   (61) Fuat öğretmen gittikten sonra Murat bey ve Sevinç hanım evin her yerine tekrar bakındılar. Ama Keloğlan'ı bulamadılar. Murat bey, Rıfkı’yı yanına çağırarak bu hayalciliğinden memnun olmadığını ve bunun artık herkesi rahatsız eden bir sorun haline geldiğini söyledi. Artık kendine bir çekidüzen vermesi konusunda onu uyardı.
   (62) Ertesi gün Rıfkı, Türkçe dersinde parmak kaldırarak söz istedi ve bir şiir yazdığını, onu okumak istediğini söyledi. Fuat öğretmen “Aferin Rıfkı, demek şiire ilgi duymaya başladın. Hadi, oku bakalım. Öyle bir coşkulu oku ki arkadaşlarına da örnek olsun.” dedi Rıfkı da “Tamam öğretmenim.” dedikten sonra şiirini okumaya başladı.

Arkadaşlarım
 Arkadaşlarım var benim çiçek gibi,
 Hem temizler, hem de çalışkanlar.
 Bir de bana inansalar,
 Biraz da beni dinleseler.

Kırmızı Başlıklı Kız’ı, anlattım güldünüz,
Nasrettin Hoca’yı getirdim inanmadınız,
Pamuk Prenses’i kovaladınız,
Pinokyo’ya kızıp, dalga geçtiğiniz.

Madem onlara inanmadınız,
Madem beni hayalci sandınız,
İnadım inat işte ısrar edeceğim,
Sınıfa onu da getireceğim.

Hazır olun yeni bir sürprize,
Cin gibi akıllı ve hazır cevap,
Keli güneşten de parlak,
Bilin bakalım kim bu çatlak?
                Rıfkı YILDIRIM  
       
   (63) Şiirini bitiren Rıfkı, arkadaşlarına “Arkadaşlar, kimi getireceğimi tahmin ettiniz mi?” diye sordu. Fuat öğretmen, “Oğlum, inşallah dün gece sizde gördüğüm kel çocuğu tutup da buraya getirmeyeceksindir!” dedi. Rıfkı sustu ve hiçbir şey demedi. Bunun üzerine Fuat öğretmen “İzin vermiyorum Rıfkı! Benden izinsiz kimseyi getirmeni istemiyorum. Haberin olsun.” dedi. Sonra da derse devam edildi. Fuat öğretmen “Çocuklar bu haftayı Türkçe derslerinde şiir yazmaya ayırmıştım. Şimdi herhangi bir konuda ama özenerek en güzel şiirlerinizi yazmanızı istiyorum. Cumaya kadar şiirleri yazmış olun. En iyi yazılmış üç şiiri beraber seçeceğiz ama ödül beklemeyin benden. Ya da en iyisi dereceye girenlere birer çikolata hediye edeyim. Ödülünüz de bu olsun.” dedi.
   (64) Akşam yemeğinden sonra Rıfkı, odasına çekildi ve tüm ödevlerini bitirdi. Anne ve babası da onu kapı aralığından ara sıra gözetliyorlardı. Rıfkı gözetlendiğini fark edince Keloğlan kitabını alarak ailesinin yanına gitti. Onlara “Hazır mısınız?” dedi. Babası ona “Neye hazır mıyız?” diye sorunca Rıfkı da “Tabi ki de Keloğlan'ın yanına gitmeye.” diye cevap verdi. Evdekiler yine onun saçmaladığını düşünürlerken bir anda kendilerini Keloğlan'ın evinin önünde oldular. Rıfkı ve Pınar hariç herkes panikledi. Murat Bey, şaşkınlıkla etrafa bakınıyordu. Rıfkı’ya:
-Oğlum neresi burası? Nasıl geldik biz buraya, diye şaşkınlıkla sordu. Rıfkı:
-Geçen gün eve getirdiğim kel çocuk, gerçekten de Keloğlan’dı. Madem bana inanmadınız, ben de inanmanız için sizi onun yanına getirdim. Şimdi inanırsınız artık, deyince annesi Sevinç hanım biraz tedirgin oldu. Rıfkı’ya:
-Oğlum şaşırdın mı sen? Daha geçen gün Keloğlan’ın annesinin seni dövdüğünü söylememiş miydin, dedi. Rıfkı da annesine:
-Canım o zaman başkaydı. Yoksa kadın gerçekten melek gibi. Keloğlan o gün ineklerini kesmekten …………
   (65) Rıfkı, cümlesini tamamlayamamıştı. Çünkü Keloğlan, evin tek ineğini ahırın yanında kesmişti. Her yanı kan kokusu sarmıştı. İşin kötüsü Keloğlan’ın annesi de komşudan çıkmış eve doğru geliyordu. Keloğlan annesinin geldiğini henüz fark etmemişti.
   (66) Az sonra Kan kokusunu alan annesi “Eyvahlar olsun, benim akılsız oğlan, ineği kesmiş herhalde!” diye düşündü ve koşarak ahıra geldi. Keloğlan, ineğin bir budunu kesmiş ve bir çuvalın içine koymuştu. Güya onu Sultan’a götürüp Cankız’ı ondan isteyecekti.
   (67) Annesi biraz sonra “Hain evlaaaaaat!” diye bağırmaya başlayarak yerden aldığı kalın bir dal parçasıyla Keloğlan’ın üzerine doğru koşmaya başladı. Annesini gören Keloğlan, korkudan ve başına gelecekleri bildiğinden elindeki çuvalı yere atarak kaçmaya başladı. Annesi de onun peşinden koşmaya devam etti.
-A aptal oğlum, a salak oğlum, a keleş oğlum! Ne istedin inekten a keltoş oğlum?
-Cankız’ı Sultan’dan isteyeceğim ana. Onun yanına eli boş mu gitseydim?
-Hala Cankız diyor ya, İnek gitti inek! Can kızı ne yapayım ben?  Nasıl geçineceğiz şimdi a aptal oğlum?
-Dert ettiğin şeye bak ana! Bir inek daha alırız, olur biter.
-Hangi parayla alacağız a kafasız oğlum? Paramız mı var sanki?
-Düşündüğün şeye bak ana! Hele bir Cankız’ı alayım, Sultan babam para da verir elbet.
   (68) Keloğlan saçmaladıkça annesi daha da sinirlendi. Annesinin döveceğini anlayan Keloğlan, arkasına bile bakmadan hızla oradan kaçtı. Keloğlan’ı elinden kaçıran annesi sinirini alamamıştı. Rıfkı’yı görünce “Oooo, yine mi sen geldin çocuk?” diyerek elindeki sopayla ona doğru koştu. Daha önce Keloğlan’ın annesinin dayağının tadına bakan Rıfkı, başına gelecekleri bildiği için hemen oradan kaçtı. Rıfkı’nın kaçmasına aldırmayan ve onun peşinden bile gitmeyen Keloğlan’ın annesi “Benim salak oğlumu, ineği kesmesi için siz mi kandırdınız yoksa?” diyerek Rıfkı’nın annesini ve babasını evire çevire dövmeye başladı. Kadın çok küçük olduğu için Pınar'a hiç dokunmadı. Rıfkı, yakındaki bir ağacın arkasından dayak yiyen anne ve babasını seyretti. Kadın acımadan dövüyordu. Rıfkı hemen tılsımlı yüzüğünün yardımıyla ailesiyle geri dönmeyi diledi. Biraz sonra herkes evdeydi.


   (69) Eve döndüklerinde yediği dayaktan dolayı Sevinç hanım ağlıyordu. Murat bey ise omuzunu tutuyordu. Pınar da yaşadıklarından dolayı korku ve şaşkınlık içindeydi. Rıfkı da onlara öylece bakıyordu. Özellikle anne ve babasının göstereceği tepkiyi merak ediyordu. Babası Murat bey, aniden yerinden fırlayarak Rıfkı’yı kovalamaya başladı.  Arkasından da “Senin gibi evlat olmaz olsun! Dayak yememiz için bizi bin yıl geriye götürdün? Bizim aklımız yok muydu? Dayak yemek istesek burada da yerdik.” diye hem bağırdı hem de kovalamasına devam etti.
   (70) İşin ucunda dayak olduğunu gören Rıfkı, hemen tılsımlı yüzüğünü hatırladı ve “Ailem tüm yaşananları unutsun.” dileğinde bulundu. Biraz sonra niye koştuğunu hatırlamayan Murat bey, birdenbire durdu. Omuzunun çok acıdığını hissetti. Sevinç hanım da hem ağlıyor hem de başını tutuyordu.
-Yahu ne oldu bize hanım, araba mı çarptı yoksa?
-Hatırlamıyor bey ama evin içindeyken nasıl oldu da bu hale geldik anlayamıyorum.
-Doğru diyorsun hanım. Evdeyken oturduğumuz yerde dayak yemiş gibi olduk sanki.
   (71) Acılarına daha fazla dayanamayan Murat bey, Sevinç hanımı da alarak yakındaki bir hastaneye gittiler. Murat beyin çatlayan kolunu alçıya aldılar. Sevinç hanımın da kafatasında bir çatlak vardı. Onunda başını sardılar. On gün sonra tekrar muayeneye gelmelerini söyleyerek onları evlerine gönderdiler.
   (72) Ertesi gün Rıfkı’yı okul için ne annesi ne de babası kaldırmadı. İlginç bir şekilde onu kardeşi Pınar kaldırmıştı. Hatta Pınar, abisini yine ilginç bir şekilde annesinin her gün onu kaldırdığı saatte kaldırmıştı. Rıfkı kardeşine “Yoksa sen saatleri okumayı mı öğrendin?” deyince Pınar da “Hayır abi. Annem, her gün güneş ışığı duvarımdaki resmin üzerine geldiği zaman, seni kaldırmaya gelirdi. Annem, bugün seni uyandırmak için kalkmayınca okula geç kalma, diye ben kaldırdım seni.” dedi. Rıfkı “Kız, sen bayağı akıllı ve dikkatliymişsin. Belli ki çok zeki bir kızsın sen.” dedi sonra da annesini hiç kaldırmadan mutfakta bir şeyler yedi ve okuluna gitti.
   (73) Akşamleyin Rıfkı, ödevlerini yapmak için odasındaydı. Öğretmenin yazılması için iki gün süre verdiği ve konusu serbest olan şiirini yazdı. Sonra da Keloğlan ve Cankız kitabını kaldığı yerden okumaya devam etti.
   (74) Kitabı okurken Vezir’in, Cankız’ın meyve suyuna ilaç katarak onu uyuttuğunu ve onu uyandıracak ilacın da sadece vezirde olduğunu öğrendi. Kitabı okumaya devam ettiğinde ilacın vezirin odasındaki çekmecede olduğunu da öğrendi. Hemen oraya gitmeyi diledi ve tılsımlı yüzüğünün yardımıyla vezirin odasına gitti. Odada hiç kimse yoktu. Rıfkı, hemen çekmeceden Cankız’ı uyandıracak olan ilacı aldı ama vezirin bunu bilmemesi gerekiyordu. İlacın daha önceden kırmızı renkte olduğunu okumuştu. Bunun için kırmızı boyalı bir suyu, sanki gerçek ilaçmış gibi onun yerine koydu. Sonra da hemen odasına geri döndü.
   (75) Rıfkı ertesi gün okuldan geldiği gibi yemeğini yedi. Annesi, Pınar’la beraber komşuya gitmişti. Rıfkı da hemen Cankız’ı uyandıracak olan ilacı vermek için Keloğlan’ın yanına gitti. Keloğlan, Rıfkı’nın geldiğini görünce çok memnun oldu.
-Keloğlan, Cankız’ı uyandıracak ilacı dün Vezir’in odasından gizlice aldım. Bu ilaçtan bir damlayı Cankız’ın ağzına damlat. Böylece Cankız, günlerdir uyuduğu uykusundan uyanacak. Ama hain vezir, Cankız’ı uyandırmak için senden önce ilacı vermek isterse bırak versin. Zaten şişesinin içindeki ilaç değil, boyalı bir su sadece. O yüzden hiçbir işe yaramayacak.
-Boyalı su mu?
-Dün Cankız’ı uyandıracak olan ilacı vezirin odasından gizlice aldım. Onun yerine de kırmızı boyalı su koydum.
-Hay yaşayasın Rıfkı kardeş, var olasın! Bu iyiliğinin karşılığını nasıl ödeyeceğim, bilmiyorum?
-Kolayı var Keloğlan. Seni yarın sınıfıma götüreceğim. Öğretmenimle ve arkadaşlarımla tanıştıracağım.
-Tamam kardeş, istediğin zaman gel, al beni.
   (76) Rıfkı, Keloğlan’ın Cankız’ı Sultan’dan isterken neler yaşayacağını zaten kitabı okuyarak takip edecekti. O yüzden odasına geri döndü. Evde kimse yokken önce ödevlerini yaptı. Sonrasında Okuması gereken kitabı okudu.
   (77) Rıfkı, ertesi gün ikinci derste Keloğlanı gizlice sınıfa soktu. Ders Türkçe’ydi ve herkes yazdığı şiiri okuyacaktı. Fuat öğretmen, öğrencilerin ödevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etti. Kontroller esnasında öğretmen, Keloğlan’ı fark edememişti. Çünkü Rıfkı onu sırasının altına saklamıştı ve “Ben çık diyene kadar da sakın sıranın altından çıkma.” diye de uyarmıştı. Öğrenciler sırayla şiirini okumak için yazı tahtasının önüne geldiler. İlk şiiri Ali okudu. Şiirini kardeşi için yazmıştı.

     Kardeşim
Adı Selen kardeşimin,
Başımın tatlı belası benim,
Bazen kızarım, bazen severim,
O benim tatlım kardeşim.

Ödevlerimi yaptırmaz,
Okurken hiç rahat bırakmaz,
Benden önce asla uyumaz,
O benim yaramaz kardeşim.

Bazen altına kaçırır,
Bazen de sümüklerini akıtır,
Banyo yaparken hep ağlaktır,
O benim ağlak kardeşim.
                Ali TUNA

   (78) Öğrenciler, Ali’nin şiirini çok sevdiler. Hem güldüler hem alkışladılar. Öğretmen daha sonra şiirini okuması için Temel’i çağırdı.

    Annem
Beni doğuran sensin,
Beni doyuran sensin,
Her dediğimi yaparsın,
Benim canım annem.

Sütlaç isterim yaparsın,
Karnımı doyurursun,
Çamaşırlarımı yıkarsın,
Benim canım annem.

Derslerimle ilgilenirsin,
Ödevlerimde yardımcısın,
Unutursam çantamı toplarsın,
Benim canım annem.

Düştüğümde kaldırırsın,
Hastalandığımda başımdasın,
Sen gerçek bir meleksin,
Benim güzel annem.
                Temel DURSUN
  
(79) Temel’in şiiri hem öğrencileri hem de öğretmeni çok duygulandırdı. Hatta Ayşe ve Selda birkaç damla da gözyaşı döktü. Herkes onu coşkuyla alkışladı. Temel yazdığı şiirden dolayı çok gururlandı ve şiirinin arkadaşları tarafından beğenilmesi kendine olan güvenini artırdı. Öğretmen bu sefer şiirini okuması için Zeki’yi yazı tahtasına çağırdı.

    Şeftali
Şeftaliyi hiç sevmem,
Tüylerine dokunamam,
Ama zorla yedirir annem,
Neymiş vitamini bolmuş.

Annem şeftaliyi soysa,
O zaman yerim suluysa,
Ama kabuğunu soymaz annem,
Neymiş vitamini kabuğundaymış.

Şeftalimi kardeşime veririm,
Almazsa odama saklarım,
Ama annem bulur ve zorla yedirir,
Neymiş şeftali vitaminliymiş.
                             Zeki ÖZTÜRK
 

   (80) Zeki’nin yazdığı şiir herkesin hoşuna gitmişti. Herkes çok gülmüştü ve eğlenmişti. Şakacı Zeki, yine herkesi güldürmeyi becermişti. Sıra Rıfkı’daydı. Geçen sefer yazı tahtasına giderken düşen Rıfkı, bu sefer düşmemek için dikkat etti. Arkadaşlarına ve öğretmenine baktıktan sonra şirini okumaya başladı.

        Keloğlan
Bir çocuk vardı adı Keloğlan’dı,
Bir keli vardı ki dillere destandı,
Güneşte keli parıl parıl parlardı,
Adı Keloğlan’dı keli çok parlaktı.

Keline sinek konsa düşer kayardı,
Herkes keline bakar, saçını tarardı,
Keline bakanın gözleri şaşardı,
Adı Keloğlan’dı keli çok parlaktı.

Böyle kellik herkeste olmazdı,
Bedava versen kimse almazdı,
Eşeği bile ondan kaçardı,
Adı Keloğlan’dı keli çok parlaktı.

Annesi vardı ihtiyardı,
Keloğlan’dan bıkmıştı,
Sultan’ın kızını isteyince kızmıştı,
Adı Keloğlan’dı keli çok parlaktı.
                        Rıfkı YILDIRIM
  
   (81) Herkes Rıfkı’nın şiirini beğenmişti. Öğretmeni bile “Hah, işte ya, bak ne güzel de yazmışsın! Neydi önceki Keloğlan şiirin? Tehdit eder gibi yazmıştın.” diye onu övdü. Öğretmeni, Rıfkı tam düzeliyor, istediğimiz gibi bir öğrenci oluyor, diye düşünürken Keloğlan, saklandığı sıranın altından Rıfkı’nın işaret etmesi ile birdenbire ortaya çıktı ve
“Selamünaleyküm kardeşler, ben kel oğlu kel Keloğlan’ım.” dedi. Keloğlan'ı gören Fuat öğretmen, Rıfkı’ya sinirli sinirli baktı. Ona:
-Rıfkı, ben sana ne demiştim? Niye dinlemiyorsun beni, deyince Keloğlan hemen araya girerek:
-Ona kızma Muallim. Ben sizleri çok sevdim, Belki Cankız’la evlenince gelir buraya yerleşirim, dedi. Rıfkı:
-Ama öğretmenim, ben Keloğlan'ı getireceğimi söylemiştim. Hem insan verdiği sözü tutmalı, yerine getirmeli değil mi, dedi. Bunun üzerine Fuat öğretmen:
-Oğlum, ben de onu getireceğini anladığım için sana ne demiştim, diye sorunca Rıfkı:
-Sakın ha, getirme demiştiniz, diye cevapladı. Fuat öğretmen:
-Ama getirdin, tabi ki de bunun bir cezası olacak, dedi. Keloğlan:
-Aman muallim amca, benim yüzümden kızmayın Rıfkı’ya. Hem izin verirseniz, ben de bir şiir okumak istiyorum, deyince sınıftaki öğrenciler hep bir ağızdan “Oku, oku, oku.” diye tempo tuttular.

   Ben Keloğlan’ım
Merhaba kardeşlerim,
Keloğlan benim adım,
Bir eşeğim var, bir de kel başım,
Bir de yaşlı huysuz bir anam.
Geçen gün ineği kestim,
Cankız’a feda olsun dedim,
Sopayla kovaladı anam,
Hemen kaçıp kurtuldum.
Peki dayağı yiyen kim?
Rıfkı’nın anasıyla babası,
Anam acımadı kafamı yardı,
Dayaktan kurtulan sadece Rıfkı’ydı,
İnadım inat alacağım Cankız’ı,
Bir butla kandıracağım Sultan’ı ,
Fuat muallimin lazım yardımı,
Sultandan isteyecek bana Cankız’ı,
Hadi muallim, gidelim bırak inadı.

   (82) Sultan kızını istemek için yardımının istendiğini anlayan Fuat öğretmen, Rıfkı’ya ters ters baktı. Sonra hem Rıfkı’ya hem de Keloğlan'a şiir okuyarak karşılık verdi.

Oğlum Rıfkı, artık iyice saçmaladın,
Her tuttuğunu sınıfa getirdin,
Bırak da artık doğru dürüst ders yapalım,
Burasını babanın çiftliği mi sandın,
Şimdi babana ediyorum telefon,
Artık biraz da sen tasalan.

   (83) Öğretmeninin okuduğu şiirle kendisine mesaj verdiğini görüp panikleyen Rıfkı da öğretmenine şiir okuyarak yalvardı.

Aman öğretmenim kıymayın bana,
Babam da annem de zaten hasta,
İkisinde de ne kol kaldı ne kafa,
Bu sefer babam, iyi bir dayak çeker bana.

   (84) Bu sefer Keloğlan “Aman muallim bey, kızmayın Rıfkı’ya. Affedin onu. Valla Cankız’ı size isteteceğimden haberi yoktu.” dedi. Bu sırada zil çaldı. Fuat öğretmen, Rıfkı ve Keloğlan’la konuşmak için onları sınıfta tuttu. Diğer tüm öğrencileri de tenefüse çıkardı ama Keloğlan'ı çok seven ve onu komik bulan öğrenciler, onu sınıf kapısının önünde beklediler. Rıfkı başına gelecekleri tahmin ettiği için Keloğlan'ın gerçek olduğunu göstermeye karar verdi. Keloğlan kitabından herhangi bir sayfayı açarak okumaya başladı.  Biraz sonra tılsımlı yüzük sayesinde hepsi Keloğlan'ın evinin önündeydiler.
   (85) Bir anda ortamın değiştiğini fark eden Fuat öğretmen ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Tam “Ne oldu, neredeyiz?” diye soracaktı ki birden başına yediği bir sopa darbesiyle sendeledi. Sonra da arkasına bile bakmadan kaçmaya başladı. Rıfkı da öğretmeninin peşinden koştu. Keloğlan ise onların koştuğu tarafa doğru değil, başka bir tarafa doğru koşmaya başladı.
   (86) Keloğlan'ın annesi, Fuat öğretmen’in ve Rıfkı’nın arkasından “Sizi bir daha buralarda görürsem kafanızı kırarım. Bu kel oğlumu, hep siz yoldan çıkarıyorsunuz zaten!” diye bağırdı.


   (87) Arkasına bakmadan kaçan Fuat öğretmen, kendisine durması için seslenen Rıfkı’yı duymamıştı. Bu sırada Rıfkı, tılsımlı yüzüğünü düşürdüğünü fark etti. Biraz sonra Rıfkı’nın peşinden geldiğini fark eden Fuat öğretmen, hızla Rıfkı’nın yanına gitti. Çok ama çok sinirliydi. Birden “Olmaz olsun senin gibi öğrenci! Senin yüzünden bu yaşta bir de dayak yedim.” diye Rıfkı’nın üzerine yürüdü. Şimdi de Rıfkı kaçıyor, Fuat öğretmen onu kovalıyordu. Rıfkı, hem kaçıyor hem de tılsımlı yüzüğe ne olduğunu düşünüyordu. Birdenbire duran Rıfkı, öğretmenine “Öğretmenim sınıfa dönebilmemiz için tılsımlı yüzüğe ihtiyacımız var.” dedi ama sinirli olan Fuat öğretmen Rıfkı’yı dinlemedi bile.
   (88) Öğretmenini ikna edemeyeceğini anlayan Rıfkı, Keloğlanların evine doğru tekrar koşmaya başladı. Eve yaklaştığında da Keloğlan'ın annesinin dışarıda olduğunu gördü. Tılsımlı yüzük de elindeydi. Elindeki yüzüğe bakan kadın, onun değersiz bir şey olduğunu sandı. Rıfkı, kadının elindeki yüzüğü yemek yapmak için yakılan ateşe atacağını fark etti. Tam kadına doğru koşacaktı ki Fuat öğretmen onu yakaladı ve yerden aldığı bir dal parçasıyla onu iyice bir dövmeye başladı. Rıfkı hem dayak yiyor, hem “Yapmayın öğretmenim!” diyor, hem de kadının tılsımlı yüzüğü ateşe atıp atmadığına bakıyordu.
   (89) Rıfkı’yı dövdükten sonra rahatlayan Fuat öğretmen “Şimdi söyle bakalım? Sınıfa nasıl geri döneceğiz?” dedi. Yediği dayaktan ağlamaya başlayan Rıfkı, tılsımlı yüzüğün ateşe atıldığını görünce, oraya doğru koşmaya başladı. Koşarken de “Yüzüğü ateşe attı. Yüzük olmadan asla geri dönemeyiz.” diye bağırdı. Durumun ciddiyetini anlayan Fuat öğretmen de onun peşinden koşmaya başladı.
   (90) Onların koşarak kendisine doğru geldiklerini gören Keloğlan'ın annesi “Amanin beni dövmek için geri dönüyorlar!” diye bağırarak eve doğru koştu ve içeri girip kapıyı kapattı.  Ateşin başına gelen Rıfkı, yerden aldığı bir dal parçası yardımıyla tılsımlı yüzüğü ateşten kurtardı. Tılsımlı yüzük çok sıcak olduğu için onu parmağına takamadı.
   (91) Rıfkı’nın yanına gelen Fuat öğretmen ona “Ne oldu Rıfkı? Burada mı kaldık şimdi? Geri dönemeyecek miyiz artık?” diye korkarak sordu. Yediği dayaktan dolayı öğretmenine küsen Rıfkı, onunla konuşmadı. Sadece omuzlarını indirip kaldırarak “Bana ne, söylemeyeceğim işte!” işareti yaptı. Sonra da kızgın yüzüğü alarak hayvanların şu içtiği yalağa gitti. Onu yalağa sokarak, soğuttu. Tılsımlı yüzüğü sudan çıkardıktan sonra iyice bir inceleyin Rıfkı, ona bir şey olmadığını görünce de çok sevindi. Yüzüğü parmağına taktıktan sonra Fuat öğretmenle beraber tekrar sınıfa geri dönmeyi diledi.
   (92) Yüzük ateşe atıldığı için sınıfa geri dönüp dönemeyeceklerini tam olarak bilemeyen Rıfkı, biraz sonra öğretmeniyle beraber sınıfındaydı. Ders zili çoktan çalmıştı. Öğrenciler sıralarına oturmuşlar ve öğretmenlerinin gelmesini bekliyorlardı. Öğretmenlerini ve Rıfkı’yı bir anda karşılarında gören öğrenciler, hem korkular, hem de çok şaşırdılar. Fuat öğretmen geri döndüğüne çok sevinmişti. Sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı.
   (93) Rıfkı, tılsımlı yüzüğün yardımıyla “Yaşanan her şey unutulsun!” dileğinde bulundu. Fuat öğretmen ve tüm öğrenciler, yaşanan her şeyi bir anda unuttular. Fuat öğretmen, etrafa boş gözlerle bakarken “Ah başım! Ne oldu bana böyle?” deyip başına tuttu. Ellerinde biraz kan gören öğretmen “Allah Allah, ne oldu başıma acaba?” deyip sınıftan ayrıldı ve lavaboya doğru gitti. Her şey unutulmuştu ama yediği dayak da Rıfkı’nın yanına kar kalmıştı.
   (94) Rıfkı “Acaba dilekte bulunsam, yüzük yaralarını iyileştirir mi?” diye düşündü. Sonra da denemekten bir zarar çıkmaz diyerek “Tüm yaralarım iyileşsin.” dedi. Merakla kollarındaki morluklara ve kızarıklıklara bakarak “Hiçbiri iyileşmemiş. Demek ki yüzüğümün böyle bir özelliği yoktu!” diye mırıldandı.
   (95) Bir anda sınıfta olduğunu hatırlayan Rıfkı, utanarak yerine geçti. Yanındaki, önündeki, arkasındaki arkadaşları ona merakla “Ne oldu?” diye sordular. Rıfkı sadece “Hiiiiiç.” diyebildi. Bu sırada Fuat öğretmen de içeriye girdi ve öğrencilerine “Yahu çocuklar, başım durup dururken nasıl oldu da şişti, nasıl oldu da kanadı? diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan “Bilmem.” diye karşılık verdiler.
   (96) Yediği dayaklardan dolayı vücudundaki morlukları iyice artan Rıfkı, onları mümkün olduğunca ailesinden saklamaya çalıştı. Evde morluklarına ve kızarıklıklarına annesinin sürdüğü kremlerden sürdü. Akşamleyin de kitaba tekrar girmeye karar verdi.
   (97) Akşam olunca Keloğlan'ın yanına giden Rıfkı, onun hapse atıldığını fark etti. Rıfkı Keloğlan'ın neden hapse atıldığını merak etti.
-Keloğlan, verdiğim ilaçla Sultan'ın kızını uyandıramadın mı yoksa?
-Uyandırdım kardeş uyandırdım ama kötü vezir ne yapıp edip beni yine hapse attırdı.
-Eeee, ne olacak şimdi?
-Konuşurlarken duydum. Bu akşam Vezir, Sultan'ı öldürtüp kızı Cankız’la evlenecekmiş.  Sonra da kendini Sultan ilan edecekmiş.
-Bunu önlememiz lazım Keloğlan.
-Hapisteyken bunu nasıl yapabiliriz ki Rıfkı?
-Şimdi yüzük yardımıyla dışarıya çıkarız. Ama Sultan’a nasıl ulaşacağız?
-Sen bizi buradan kurtar, gerisi kolay inşallah!


   (98) Rıfkı, tılsımlı yüzüğünün yardımıyla Keloğlan’la beraber dışarıya çıktılar. Gittikleri yer sarayın bahçesiydi. Cankız da bahçede gülleri kokluyor ve hoşuna gidenleri keserek sepetine koyuyordu. Keloğlan, “Bundan daha iyi bir fırsat olmaz.” diye düşünerek ona seslendi.
-Şişşşşt, Cankız?
-Kim o?
-Benim, Keloğlan.
-Keloğlan mı? Ben seni rüyamda görmüştüm Keloğlan. Beni sen iyileştiriyordun.
-Ah Cankız, o rüya değil, gerçekti. Seni ben iyileştirdim ama kötü vezir babanı kandırarak beni hapse attırdı. Beni babanla görüştürsene.
-Babam birazdan buraya gelecek. Sen iyice saklan. Ben Sultan babamla seni görüştüreceğim.
   (99) Biraz sonra Sultan, bahçeye kızının yanına geldi. Hem de yanında sadece birkaç nöbetçi vardı. Üstelik yanında vezir de yoktu. Bu iyi bir fırsattı. Zaten nöbetçiler de bayağı uzakta duruyorlardı. Cankız, babası ile konuştuktan ve onu iyice bir yumuşattıktan sonra Keloğlan'ın saklandığı tarafa doğru yürüttü. Cankız babasına:
-Baba beni uyandıran Keloğlan’ı neden hapse attırdın?
-Kızım çünkü o kötü biriymiş.
-Ama beni uyandıran biri nasıl kötü olabilir ki?
-Yani Vezir beni kandırıyor mu? Bunu mu demek istiyorsun?
-Bak baba, kızma bana! Ama Keloğlan burada. Seninle konuşmak istiyor.
-Ne diyorsun kızım sen? Benden habersiz böyle bir şeyi nasıl yaparsın?
   (100) Bu sırada Keloğlan saklandığı yerden çıkarak kendini gösterdi. Konuşmak için Sultan'dan izin istedi. Keloğlan’ı gören nöbetçiler, koşarak geldiler ve onu yakaladılar. Cankız “Baba ne olur, onu bir kerecik dinle!” deyince kızını kıramadı. Sultan nöbetçilere gitmelerini söyledi. Sonra da Keloğlan konuşmaya başladı
-Sultanım, büyük tehlike altındasınız. Veziriniz kötü, hem de çok kötü biri. Sizi öldürüp kızınızla evlenmek ve sultan olmak istiyor.
-Sen bunu nereden biliyorsun Keloğlan?
-Birileriyle konuşurken duydum. Bu gece size öldürecekler.
-Bak Keloğlan, dediklerin doğruysa eğer Cankız ile evlenir, sarayımda yaşarsın. Yooook eğer yalansa, keltoş kellen gider. Sahi şu yanındaki garip giysili çocuk da kim?
-O da Rıfkı, bana çok yardım etti kendisi.
-Öyleyse senin kellen giderse, onun kellesi de gider Keloğlan.
   (101) Sultan oradan ayrıldıktan sonra Rıfkı “Bana müsaade. Eve geç kalmamalıyım. Gerisini kitaptan takip ederim.” dedi ve evine geri döndü. Yapmayı unuttuğu ödevlerini çabucak yapmaya başlayan Rıfkı, yine de ödevlerini bitirmekte zorlanır. “Öğretmenim amma da çok ödev vermiş ha! Sanki bir günlük değil de iki, üç günlük ödev. Yap yap bitmiyor!” diye sinirden söylenip durdu. Ödevleri bittiği sırada annesi yanına gelerek “Oğlum saatten haberin var mı senin? Bu saate kadar ne yaptın? Niye ödevlerini bitiremedin?” diye ona kızdı.
   (102) Ertesi gün cumartesidir. Lavaboda yüzünü yıkarken birden bugünün hafta sonu olduğunu hatırlayan Rıfkı, kendi kendine “Sanki bugün okul varmış gibi geceden tüm ödevlerimi yaptım. Ben de kendi kendime yap yap bu ödevler niye bitmiyor diyordum ya!” diye söylendi.
   (103) Kahvaltısını yapan Rıfkı, daha sonra Keloğlan'ın kötü Veziri, Sultan'a yakalatıp yakalatmadığını merak etti. Keloğlan ve Cankız kitabını açarak okumaya başladı. Kitapta kötü Vezir’in, Sultan’ı odasındayken zehirlemeye çalıştığını ama odada saklanan Keloğlan’ın ve askerlerin hemen onu yakaladığını okudu.
   (104) Keloğlan’ın söylediklerinin doğru çıkması üzerine Sultan da verdiği sözde durmuş Keloğlan ve Cankız’ı kırk gün, kırk gece süren bir düğünle evlendirmişti. Daha sonra sarayda kalmak istemeyen Keloğlan, yeni gelin Cankız’ı alarak fakir evine götürmüştü. Birkaç hafta güzel güzel geçinen Cankız ve Keloğlan arasında bir süre sonra geçimsizlikler ve kavgalar başlamıştı.
   (105) Gerçekten de Rıfkı’nın dediği gibi Cankız, bir süre sonra “Ben buraya her gün kuru ekmek yiyip, tarhana çorbası içmeye mi geldim? Nerede benim etim, sucuğum, tavuğum, pastırmam? Nerede benim baklavalarım, şöbiyetlerim, kadayıflarım? Hem nerede benim odam? Ben annenle tek göz odada yatmak zorunda mıyım?” diye söylenmeye başlamış.
   (106) Birkaç kere de Keloğlan'ın annesinden dayak yiyen Cankız, Keloğlan'ı karşısına almış ve acı acı konuşmaya başlamış:
-Ben kocamın evinde mutluluğu ararken meğer babamın evinde daha mutluymuşum. Annen kafamı yardı, sen de karnımı aç bıraktın. Ya benimle saraya gelirsin ya da evliliğimiz burada biter, demiş. Bunun üzerine Keloğlan:
-Annemin de bizimle beraber saraya gelmesini kabul edersen, o zaman seninle gelirim, demiş. Cankız:
-Aman annen eksik olsun, gelmesin. Sen de gelme, annen de gelmesin, demiş. Cankız’ın teklifini kabul edeceğini sanan Keloğlan, onun bu şekildetepki göstermesi üzerine oldukça şaşırmış. Cankız ertesi gün saraya geri dönmüş.
   (107) Kitabı okumayı bitiren Rıfkı “Ah be Keloğlan! Ben sana demedim mi? Sen fakirsin, o ise bir sultan kızı. İkiniz bir arada yapamazsınız. Sen onun karnını doyuramazsın, her istediğini alamazsın, demedim mi, diye içinden geçirdi ve üzüldü.
   (108) Rıfkı, daha sonra aynanın karşısına geçerek vücudundaki morluklara ve kızarıklıklara baktı. Hızla iyileşiyorlardı. Kendi kendine “Ah be Keloğlan'ın annesi, beni, annemi, babamı, öğretmenimi amma da dövdün ha! O yaşlı halinle bunları yapan eğer genç olsaydı, bize kim bilir neler neler yapardı?” diye düşündü ve güldü.


- SON –

Beğendiyseniz yorum yapmayı ve paylaşmayı unutmayın. :)

Yorum Gönder

0 Yorumlar