YouTube İlkokulu - Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri ve Daha Fazlası RIFKI SERİSİ: SEYİT ONBAŞI VE ARKADAŞLARINA KİMLER ZİYAFET VERDİ - YOUTUBE İLKOKULU

RIFKI SERİSİ: SEYİT ONBAŞI VE ARKADAŞLARINA KİMLER ZİYAFET VERDİ

İlkokul Hikaye Yazma Etkinlikleri

Kitap Adı: Kitap Gezgini Rıfkı 



ÖN BİLGİ

Rıfkı, kimsenin bilmediği hatta annesinin, babasının ve kardeşi Pınar'ın bile bilmediği bir şeye sahipti. Bu şey, tılsımlı bir yüzüktü. Geçen seneki yaz tatilinin bir kısmını, köydeki dedesinin yanında geçirmişti. Bu yüzüğü de samanlıkta oynarken bulmuştu. Onu parmağına taktığında büyük gelen yüzük, bir anda daralarak kendini Rıfkı’nın parmak ölçülerine göre ayarlamıştı. Ayrıca bu yüzüğü ondan başka kimse göremiyordu. Yüzüğün en büyük özelliği onu, kitapların içine sokabilmesi ve hikâyelerdeki karakterlerle konuşmasını sağlayabilmesiydi. Bu karakterler insan, hayvan, bitki ya da böcek bile olabilirdi. Rıfkı, ayrıca bu tılsımlı yüzük sayesinde kendisiyle beraber kitaplara girip çıkanlara yaşadıkları her şeyi unutturabiliyordu. Böylece yüzüğünün deşifre olmasını da önlemiş oluyordu.                   




Seyit Onbaşı ve Arkadaşlarına Kimler Ziyafet Verdi?
  

(1) Birinci dönemin bitmesine az bir zaman kalmıştı. Fuat öğretmen, sınıf kitaplığına yeni kitaplar almıştı. İçlerinde “Türk Kahramanları” adlı kitaplar da vardı. Rıfkı’nın gözüne ilk çarpan Seyit Onbaşı kitabı olmuştu. “Allah Allah, onbaşı olan biri nasıl olur da büyük bir kahraman olabilir?” diye içinden geçirdi. Seyit Onbaşı’yı çok merak eden Rıfkı, hemen kitabı alarak çantasına koydu. Sonra da kantine doğru gitti.
   (2) Kantinin önünde çok sıra vardı. Karnı çok acıkmıştı. Kuyruğun önüne doğru giderek sanki bir arkadaşına bakıyormuş gibi yaptı ve hemen sıranın önüne geçti. Onun haksızca sıranın önüne geçtiğini gören diğer öğrenciler “Hoooop, biz enayi miyiz? Niye araya kaynak yapıyorsun? Hemen arka sıraya geç!” diye bağırdılar. Rıfkı, bağırmalara aldırmayınca bağrışmalar daha da arttı. Nöbetçi öğretmen, hemen kantine doğru geldi. Geldi ama Rıfkı kantinden alacağını almıştı zaten. Hızla oradan uzaklaşarak bir bankın üzerine oturdu. Simidini yiyip, ayranını içerken birkaç çocuk Rıfkı’nın yanına geldi.
-Sen niye sıraya geçmiyorsun bakalım? Bizi niye enayi yerine koyuyorsun?
-Ne yapayım? Karnım çok acıkmıştı.
-Bize ne senin aç karnından! Sen bizi resmen enayi yerine koydun.
-Eeeee, uzatmayın be, olan oldu işte! Çekip gidin, rahat bırakın beni!
-Şuna bakın, bir de kafa tutuyor bize. Kafa tutmak neymiş şimdi gösteririz sana!
   (3) Çocuklar, tam onu döveceklerken neredeyse tüm sınıf arkadaşları olanları görmüşler ve Rıfkı’nın yardıma gelmişlerdi. Rıfkı’yı dövmeye kalkan çocuklar, bu kadar öğrenciyi karşılarında görünce çok korktular ve hemen oradan uzaklaştılar.
   (4) Öğretmenler odasının penceresinden her şeyi başından sonuna kadar izleyen Fuat öğretmen, gördüklerinden memnun olmuş bir şekilde gülümsedi. Ders zilinin çalmasıyla beraber sınıfa giden Fuat öğretmen, öğrencilerine “Aferin çocuklar, hepinizi tebrik ediyorum. Zor durumdaki arkadaşınıza sahip çıkmanız beni hem duygulandırdı, hem de çok mutlu etti. Siz böyle dayanışma içinde olursanız, hiç kimse size sataşmaya cesaret edemez.” dedi. Sonra da Rıfkı’ya dönerek konuşmasını sürdürdü.
-Evladım, bunlar seni niçin dövmeye kalktılar?
-Hiç öğretmenim, önemsiz bir sebepten dolayı sataştılar işte!
-Neymiş bu önemsiz sebep?         
-Neymiş, kantinde niye ön sıraya kaynak yapmışım?
-Neeee, ön sıraya kaynak mı yaptın sen?
-Ama çok acıkmıştım öğretmenim. Ne yapayım?
-Çok acıkmak bahane olamaz Rıfkı. Yaptığın şey kesinlikle doğru bir şey değil! Oradaki çocukları enayi yerine koymuşsun resmen.
-Biliyorum öğretmenim ama gerçekten de çok acıkmıştım.
-İnsanlar sizin ne yaptığınıza bakarlar çocuklar. Sizin gerçekten acıkıp acıkmadığınızı nereden bilsinler? Bu yüzden kantine zamanında gidin. Orada burada oyalanıp kantine giderseniz tabi ki kuyruğun sonlarına kalırsınız.
-Tamam öğretmenim, bundan sonra daha dikkatli olacağım ve kantine zamanında gideceğim.
-İnşallah sınıflar arası bir savaş başlamaz çocuklar! Onlar da sınıf arkadaşlarını toplayıp gelirlerse, hemen haberim olsun.


   (5) Ders matematikti. Yedişer ritmik sayma yapılacaktı. Bu konu iki gün önce işlenmişti. Bu derste de Fuat öğretmen, iki gün önce ödev olarak verdiği yedişer ritmik saymaları yaptıracaktı.  Bütün öğrencileri yazı tahtasına çağırarak ezberlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etti. Ezberleyenlere artı, ezberlemeyenlere de eksi verdi. Ulaş ve Esra hariç herkes ezberlerini yapmıştı. Aslında onlar da ezberlemişlerdi ama sayarken karıştırıyorlardı.
   (6) Ulaş, ritmik saymasını yaparken “7 - 14 - 27 - 35 - 43 - 49 - 56 - 70”  şeklinde saymıştı. 28 yerine 27, 42 yerinde de 43 demişti.
   (7) Esra da ritmik saymasını yaparken “7 - 14 - 20 - 29 - 35 - 41 - 49 - 55 - 64 - 70”  diye saymıştı. Hatası çok fazlaydı. Esra ve Ulaş, sınıfın en zayıf öğrencileriydi. Esra'nın okula başladığı yıl annesi ölmüştü. O zamandan beri de kendini derslere fazla verememişti.
   (8) Ulaşlar da köyden yeni gelmişlerdi. Şehir hayatına alışmaya çalışıyorlardı. Anne ve babası çok eğitimli insanlar değillerdi. O yüzden onun derslerine çok fazla yardımcı olamıyorlardı.
   (9) Fuat öğretmen, bu öğrencilerin sınıftan geri kalmamaları için onları tekrar yazı tahtasına çağıracağını ve ezberlerini yapıp yapmadıklarını kontrol edeceğini söyledi. Onlara üç gün daha süre verdi. O zamana kadar mutlaka ezberlerini yapmalarını istedi.
   (10) Fuat öğretmen, öğrencilerine yedişer ritmik saymayla bağlantılı olarak çarpım tablosundan yedileri ezber ödevi olarak verdi. Cuma günü de verdiği ödevi ezberleyip ezberlemediklerini kontrol edeceğini söyledi.
   (11) Üçüncü teneffüste, geçen gün Rıfkı’yı dövmeye çalışan öğrenciler, sınıflarındaki erkek öğrencilerin bir kısmıyla beraber Rıfkı’yı dövmek için sınıfa baskın yaptılar.  Allah'tan ki Rıfkı sınıfta değildi. Zaten Nöbetçi öğretmenin kendilerine doğru geldiğini gören öğrenciler de hemen oradan uzaklaştılar.
   (12) Erdi ve Arda hemen okul bahçesine koştular ama Rıfkı orada yoktu. Zaten o esnada da ders zili çalmıştı. Rıfkı, sınıfa girdiğinde Erdi, hemen onun yanına gitti.
-Yıfkı, dünkü çocuklay seni ayıyoylaydı. Kalabalık geldiley. Seni dövecekleymiş.
-Ne diyorsun Erdi? Anlamıyorum!
   (13) Erdi “r” harfini söyleyemiyordu. “r” yerine “y” diyordu. O yüzden bazen ne dediği tam olarak anlaşılamıyordu. Rıfkı, Erdi’nin ne dediğini anlamayınca araya Arda girdi.
-Rıfkı, dün seni dövmek isteyen çocuklar vardı ya! Sınıflarındaki bazı öğrencileri de yanlarına alarak buraya geldiler. Dikkatli ol, seni dövecekler!
-Meseleyi amma da büyüttüler ha! Benim adım Rıfkı’ysa bunun hesabını onlara sorarım şimdi.
   (14) Rıfkı, koşarak kendisini dövmeye çalışan çocukların okuduğu 4/A sınıfına gitti. Öğretmenleri de sınıftaydı. Olan biten her şeyi öğretmenlerine anlattı. Kendisini dövmeye çalışan çocukları parmağıyla tek tek gösterdi.  Bunun üzerine öğretmenleri meseleyle ilgileneceğini söyleyerek Rıfkı’yı sınıfına gönderdi.
   (15) Sınıfına geri dönen Rıfkı, öğretmenine de olanları anlattı. Fuat öğretmen, kavgacı öğrencileri öğretmenlerine şikayet ettiği için cesaretinden dolayı Rıfkı’yı tebrik etti. Sınıftaki öğrencilere de kimseden korkmamalarını ve cesaretli davranmalarını söyleyerek Rıfkı’yı arkadaşlarına alkışlattı.
   (15) Akşamleyin Rıfkı, ailesiyle beraber yemeğini yedikten sonra odasına geçti ve ödevlerini yaptı. Daha sonra da sınıf kitaplığından aldığı Seyit Onbaşı kitabını okumaya başladı.

“Seyit Onbaşı, evli ve bir kız çocuk babasıydı. O zamanki devletimizin adı Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'na girmişti ve birçok cephede savaşıyordu. Asker ihtiyacı çok fazla olduğu için Seyit Onbaşı da askere gitmişti.
Seyit Onbaşı, askerliğini Çanakkale'de yapıyordu. Düşman gemileri Çanakkale Boğazı’nı geçmeye ve o zamanki başkentimiz olan İstanbul'u ele geçirmeye çalışıyorlardı. Yani durum çok ciddiydi. Eğer düşmanlar, İstanbul’u ele geçirecek olurlarsa, Osmanlı Devleti savaşı kaybetmiş olacaktı ve ülkemiz de işgale uğrayıp parçalanacaktı. Bu yüzden Çanakkale Savaşı çok önemliydi. Askerlerimiz var güçleriyle savaşıyorlardı. O askerlerden biri de Seyit Onbaşı’ydı. Seyit Onbaşı, o zaman onbaşı bile değildi.
Seyit Onbaşı, Çanakkale Boğazı'na hakim bir topçu tabyasında görevliydi. Çanakkale
Boğazı’ndan geçmek isteyen düşman gemilerine topla ateş ederek onları engellemeye çalışıyorlardı.
Bir gün İngilizlerin liderliğindeki düşman savaş gemileri, Çanakkale Boğazı’nı geçmek için saldırıya geçtiler. Gemiler hem ilerliyorlar, hem de durmaksızın toplarını ateşleyerek askerlerimizi öldürmeye çalışıyorlardı. Seyit Onbaşı'nın bulunduğu topçu tabyası da düşman gemilerine sürekli ateş ediyordu. Bir süre sonra bir düşman gemisinden atılan bir top mermisi, onların bulunduğu tabyayı havaya uçurdu. Bu patlamadan sadece Seyit Onbaşı ve bir arkadaşı kurtulabilmişti.
Patlamanın etkisiyle sersemleyen Seyit Onbaşı, zar zor ayağa kalktı. Düşman gemilerinin Çanakkale Boğazı’nı geçmek üzere olduklarını görünce ne yapacağını şaşırdı. Kendi durumuna bakmadan, hemen bir top mermisini kaldırmaya çalıştı. Normalde bir top mermisini tek bir kişinin kaldırması imkansızdı. Arkadaşının da yardımıyla bir top mermisini sırtına aldı. Seyit Onbaşı, topçu bataryasının basamaklarını zorlukla çıkarak top mermisini topa yerleştirdi. Birinci ve ikinci denemelerinde başarılı olamayan Seyit Onbaşı, üçüncü denemesinde ateşlediği top mermisiyle en öndeki düşman gemisini vurdu. Top mermisi geminin bacasından içeriye girip patlamıştı. En öndeki geminin batmasıyla da arkadaki düşman gemileri gerisin geriye kaçmak zorunda kalmışlardı.
Bu olaydan sonra kahraman olan Seyit’e, onbaşı rütbesi takılmış ve artık Seyit Onbaşı diye hitap edilmeye başlanmıştı. Seyit Onbaşı yaralı haline bakmadan, “Arkadaşlarım öldü. Ben bu yaralı halimle ne yapabilirim?” demeden ailesini, milletini, vatanını, bayrağını düşünmüş ve normalde dört, beş insanın bile çok zor kaldırabileceği bir top mermisini sırtına almış ve birkaç basamaklı topçu bataryasının basamaklarından çıkarmıştı. Sonrasında da mermiyi ateşleyerek düşman gemisini batırmıştı. Böylece Türk vatanının işgal edilmesini önlemiş ve yaptığı bu olağanüstü fedakarlıkla da herkese örnek olmuştu.”

   (16) Kitabı okuyan Rıfkı “Vay be, tarihimizde ne kahramanlar varmış!” diye gururlandı. Sonra da Seyit Onbaşı’yla tanışmak için kitabın içine girmeye karar verdi. Az sonra da tılsımlı yüzüğü sayesinde kitabın içindeydi. Rıfkı, 1915 yılına Çanakkale Savaşları’nın olduğu zamana gitmişti. İçlerinde Seyit Onbaşı’nın da olduğu bir grup asker, yemeklerini yiyorlardı. Rıfkı’yı gören Seyit Onbaşı, onu yanına çağırdı.
-Gel kardeşim, adın nedir senin?
-Merhaba abi, ben Rıfkı’yım.
-Sadece Rıfkı mı?
-Tabi ki hayır, ben Rıfkı Yıldırım’ım.
-Rıfkı’yı anladım da Yıldırım ne oluyor? İki adın mı var senin?


   (17) O devirde soyad kullanılmıyordu. Herkes babasının adıyla beraber çağrılıyordu. O yüzden Seyit Onbaşı, Rıfkı’nın iki adı olduğunu sanmıştı.
-Hayır, adım Rıfkı. Yıldırım soyadım oluyor.
-Soyad mı, o da ne? Senin babanın adı nedir Rıfkı?
-Murat.
-O zaman “Ben Muratoğlu Rıfkı’yım.” diyeceksin tamam mı?
-Nasıl yani? Sizin soyadınız yok mu Seyit abi?
-Soyad mı? İlk defa böyle bir şey duyuyorum Rıfkı. Eğer adını soran olursa, sen en iyisi adını bizim öğrettiğimiz gibi Murat oğlu Rıfkı olarak söyle. Tamam mı?
-Niye sadece babamın adını söylüyorum? Annemin canı yok mu? Ara sıra da Sevinç oğlu Rıfkı desem olmaz mı?
   (18) Onu dinleyen askerler güldüler. Seyit Onbaşı da güldü. Sonra da kendisine şaşkın şaşkın bakan Rıfkı’yla konuşmaya devam etti.
-Olur mu hiç öyle Rıfkı? Sen en iyisi hiç annenin adını karıştırma. Adını soranlara sadece Murat oğlu Rıfkı, de.
-Eh ne yapalım? Öyle olsun bakalım.
-Yanıma otur da yemek yiyelim Rıfkı. Açsın değil mi?
   (19) Seyit Onbaşı’nın yanına oturan Rıfkı, onun tabağına bakınca biraz hayal kırıklığına uğradı.
-Ama Seyit abi, zaten yemeğini bitirmişsin. Geriye üzüm hoşafıyla, biraz ekmek kalmış.
-Rıfkıcığım yemeğimiz kuru üzüm hoşafıyla, ekmek zaten!
-Ne diyorsun abi sen? Pilav, et, çorba, ayran, tatlı falan yok mu yani?
-Devletimizin imkanları şimdilik bu kadarmış. Ne yapalım? Her yerde fakirlik var. Biz bunu bulduğumuza şükrediyoruz.
   (20) Rıfkı, birden ağlamaya başladı. Çanakkale Savaşı’nın karnı bile doğru dürüst doymayan bu askerlerce kazanılmış olmasından dolayı hem üzüldü, hem de gururlandı.
   (21) Seyit Onbaşı ve arkadaşları Rıfkı’yı sakinleştirmeye çalıştırlar. Onun niye ağladığını bir türlü anlamadılar. Ağlaması biten Rıfkı, onlar gibi kuru üzüm hoşafı içti ve ekmek yedi. Onlarla beraber yiyip içerken “Seyit Onbaşı’yı ve yanındaki asker abileri eve götürsem ne iyi olurdu. Karınlarını tıka basa doyururlardı. Yoksa düşmanla savaşacak enerjileri kalmayacak. Seyit abi de aç ve güçsüz kaldığı için o ağır top mermisini belki kaldıramayacak. Asker arkadaşlarının da çoğu yakında ölecek zaten. Onlar da ölmeden önce güzel bir şeyler yesinler bari.” diye düşündü. Sonra da Seyit Onbaşı’ya:
-Yarın hazır olun! Sizi iyi bir yere götürüp güzel yemekler yedireceğim, dedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı:
-Ne yedireceksin Rıfkı, diye sordu. Rıfkı da:
-Kekler, börekler, kurabiyeler ve yaprak sarmaları. Tatlı olarak da baklava, dedi. Rıfkı’nın boş boş konuştuğunu sanan askerlerden biri dayanamadı ve ona:
-Hayırdır Rıfkı! Annen mahalle gününü burada mı yapacak yoksa? Etraflarında toplar patlarken, mermiler havada uçuşurken, güzelce çaylarını içerler, keklerini, böreklerini kısırlarını yerler artık.
-Dalga geçmesene asker abi! Sizi eve götüreceğim. Anneme fark ettirmeden sessizce ve hızlı bir şekilde yiyip on, on beş dakika sonra hemen buraya geri döneceğiz. Nasıl fikir ama?
   (22) Bu sırada düşman gemilerinden bombardıman başlamıştı. Bombalar peş peşe patlıyordu. Patlayan bombalar yüzünden havalanan topraklar, başlarına yağmur gibi yağıyordu. Bulundukları yerin biraz uzağında havaya uçan ve şehit olan askerleri görüyorlardı. Seyit Onbaşı ve arkadaşları, hemen toplarını ateşleyerek bombardıman yapan gemilere karşılık verdiler.
   (23) Rıfkı, ölmekten korktuğu için hemen odasına geri döndü. Kalbi korkudan güm güm atıyordu. Biraz yatağına uzanarak sakinleşmeye çalıştı. Sonra da lavaboya giderek elini, yüzünü yıkadı. “Savaş çok kötü bir şeymiş. Hiç oynadığımız savaş oyunlarına benzemiyormuş.” diye aklından geçirdi.
   (24) Tekrar odasına geri dönen Rıfkı, üç gün sonraki ezber ödevlerini son güne bırakmak istemedi. Bunun için çarpım tablosundaki yedileri önce sırasıyla sonra da karışık olarak ezberlemeye çalıştı. Yirmi dakika kadar çalıştıktan sonra da dişlerini fırçalayıp yattı. Uyumadan önce hep Seyit Onbaşı’yı ve oradaki kahraman askerlerimizin halini düşündü.
   (25) Ertesi gün annesi, sabah erkenden kalkarak mahalle gününde yenilip, içilecek her şeyi özenerek hazırladı. Kekler, börekler, yaprak sarmaları, kurabiyeler yenmeye hazırdı. Geriye sadece tatlı kalmıştı. Sevinç hanım, onu da yakındaki bir tatlıcıya sipariş olarak vermişti. Öğleden sonra Rıfkı, okuldan döndüğünde baklavayı gidip alacaktı.
   (26) Rıfkı, okuldan gelince annesi ona “Rıfkı ben yarım saate kadar gelirim. Tatlıcıya sipariş verdiğim baklavayı almaya gidiyorum.” dedi. Bunun üzerine Rıfkı “Baklavayı ben almaya gitmeyecek miydim anne?” deyince annesi “Çocuğum tepsi ağır olacak. Taşıyamazsın diye düşündüm.” dedi.
   (27) Annesinin gitmesiyle beraber Rıfkı, dibinden ayrılmayan ve kendisini adım adım takip eden kardeşi Pınar’a korkmaması için mecburen biraz sonra yapacağı şeyi anlattı.
-Pınar, ben biraz sonra bir sürü asker abiyi buraya getireceğim. Sakın korkma tamam mı?
-O kadar adamı niye buraya getireceksin abi?
-Onlar eskiden bizim için savaşan askerlerdi. Karınları çok aç, hem de çok zayıflamışlar. Onlara annemin yaptığı yemekleri yedireceğim.
-Neeee, annemin yaptığı yemekleri mi vereceksin onlara?
-Evet.
-Annem onları yaparken çok yoruldu, çok uğraştı abi. Annem seni çok kötü döver valla.
-Offff Pınaaaar, sen sesini çıkarma yeter! Anneme her şeyi anlatırım ben.
   (28) Rıfkı daha fazla vakit kaybetmeden Seyit Onbaşı’nın yanına gitti. Rıfkı’yı birden karşılarında gören askerler çok şaşırdılar.
-Oğlum, sen cin misin nesin? Bir görünüyorsun bir kayboluyorsun!
-Ne cini abi ya! Hadi çok fazla zamanımız yok! Yemekler hazır, hemen gidelim.
-Nereye?
-Abi dediğimi yapın yeter! Şöyle bir araya toplanın da unuttuğum biri olmasın.


   (29) Askerler, Rıfkı’nın fazla hayalci olduğunu düşündüler. Bu yüzden biraz da oyun olsun diye onun dediğini yaptılar. Rıfkı, hemen askerlerle beraber evine dönmeyi diledi ve tılsımlı yüzüğü sayesinde askerler, kendilerini bir anda Rıfkıların evinde buldular. Askerler, dona kalmışlardı. Ne yapacaklarını ne diyeceklerini bilemediler. Kendine gelen bir asker:
-Bu çocuk gerçekten cin galiba! Nereye getirdin oğlum bizi?
-Abi fazla zamanımız yok. O yüzden bana soru falan sormayın. Ben şimdi tepsileri ve tabakları getiriyorum. Siz de dilediğiniz kadar yiyin için. Tamam mı?
   (30) Rıfkı, hemen mutfağa gitti. Seyit Onbaşı'nın da yardımıyla börekleri, kurabiyeleri ve kekleri getirerek masanın üzerine koydular. Sonra tekrar mutfağa giderek iki tencere yaprak sarmasını da getirdiler. Onları da masanın üzerine, diğer yiyeceklerin yanına koydular. Askerler hemen tabaklarını yiyeceklerle doldurdular. Sonra da afiyetle onları yemeye başladılar.
   (31) Pınar odasındaydı. Kapı aralığından olan biten her şeyi izliyordu. Annesinin yaptığı yiyeceklerin askerlerce afiyetle yenildiğini görünce “Abi şimdi ayvayı yedin işte! Annem sana çok kötü kızacak!” diye mırıldandı. Birden askerlerin kendi payını da yiyeceklerini düşündü. Hemen odasından dışarıya fırlayarak onların yanlarına gitti. Onlara çok kızdı ama çocuk kızması çok sevimli oluyordu. Hele hele altı yaşında ve bir kız çocuğuysa kızması daha da sevimli oluyordu. Askerler, Pınar'a çok ilgi gösterdiler ve onu sevdiler. Pınar da kendi payına düşecek olan kekleri, börekleri, kurabiyeleri ve sarmaları bir tabağa koyup sakladı. Sonra da tekrar odasına gitti.
   (32) Zaman çabucak geçmişti. Sevinç hanımın gelmesine de az bir zaman kalmıştı. Karınları iyice doyan askerler, çok mutluydular. Neredeyse bir yıldır böyle güzel ve nefis ev yemekleri yememişlerdi. Askerler gitmeye hazırlanırlarken, Pınar’a “Hoşça kal.” dediler. Pınar da onlara el salladı ve “Güle güle ama annem gelince yaptıklarınıza çok kızacak.” dedi.
   (33) Rıfkı, askerleri bir araya topladı ve onlarla beraber tekrar cepheye geri döndü. Askerler Rıfkı'ya çok teşekkür ettiler. Seyit Onbaşı ona:
-Rıfkıcığım, annen çok kızmaz inşallah! Ama inan ki bir yıldır karnımız pek doymuyordu. Bu yaptığın sürpriz bizim için çok büyük bir moral oldu. Sağ olasın, dedi. Rıfkı da:
-Lafı mı olur Seyit abi! Kısmet olursa aynı şeyi tekrar yaparım, dedikten sonra oradaki askerlere dönerek duygulu bir şekilde “Şey asker abiler, kendinize çok dikkat edin, tamam mı?” dedi.
   (34) Rıfkı, Seyit Onbaşı ve bir asker hariç hepsinin şehit olacağını okumuştu. Onlara o yüzden “Kendinize çok dikkat edin!” demişti.
   (35) Rıfkı, geri döndüğünde annesi de evden içeriye girmek üzereydi. Çenesini yine tutamayan Pınar, kapıya doğru koşarak annesinin yanına gitti. Ona “Anne abim var ya, buraya bir sürü asker abi getirip senin yaptığın her şeyi onlara yedirdi!” dedi. Pınar'ın söylediklerini çocukça şeyler sanan Sevinç Hanım “Kızım meşgul etmesene beni! Daha çay suyunu koyacağım.” dedi. Sonra da Mutfağa gitti.
   (36) Bu sırada kapı art arda çalmaya, misafirler de peş peşe gelmeye başlamışlardı. Sevinç hanım, misafirlerine “Hoş geldiniz.” deyip salona gönderiyordu. Bu arada da kendisi hızla mutfağa gidip geliyordu. Son misafir de gelince onunla beraber salona geçti. Misafirler, Sevinç hanıma şaşkınlıkla ve büyük bir moral bozukluğuyla bakıyorlardı.
   (37) Bu şaşkınlığın sebebini Sevinç hanımın anlaması çok uzun sürmedi. Masanın üzerindeki boş tepsileri, tabakları ve halının üzerindeki çamurlu ayak izlerini görünce ne yapacağını şaşırdı. Bir ara bayılacak gibi oldu. Kendisini zor toparladı. Sanki dünya başına yıkılmış gibiydi. Tüm emekleri boşa gittiği gibi, bir de misafirlerine rezil olmuştu. Pınar “Anne, hepsini abim yaptı. Bir sürü aç askeri buraya getirdi. Onlar da yaptığın her şeyi yediler.” dedi.
   (38) Bu sırada misafirlerin şaşkınlığından yararlanan Rıfkı, gizlice mutfağa gitti. Hemen iki tepsi baklavayı da alarak tekrar cephedeki askerlerin yanına gitti. Onlara baklavaları ikram ederken “Asker abiler, buyurun size baklava da getirdim. Yiyemediniz diye çok üzülmüştüm. Afiyet olsun!” dedi.


   (39) Baklavayı gören askerler, hemen ondan da birer ikişer yemeye başladılar. Seyit Onbaşı, Rıfkı’ya:
-Rıfkı, bugün belki iyi bir dayak yiyeceksin ama sayende karnımızı iyice bir doyurduk. Sağ olasın, dedi. Rıfkı ona endişeyle:
-Dayak mı? Hay Allah ya, hiç düşünmemiştim bunu! Belki sadece kızar annem, dedi. Seyit Onbaşı ona:
- Oğlum, ben sadece annenden değil, annenin gününe aç gelen diğer kadınlardan da iyi bir dayak yiyeceğini tahmin ediyorum, diyerek Rıfkı’yı iyice endişelendirdi.
-Yok abi ya, onların çoğu akrabamız zaten! O kadar kızacaklarını sanmıyorum.
-İnşallah dediğin gibi olur Rıfkıcığım!
   (40) Rıfkı, boş tepsileri alıp mutfağa tekrar geri döndüğünde evde büyük bir sessizlik vardı. Rıfkı, salona gidince birden bütün bakışlar ona çevrildi. Aman Allah'ım! Çoğu kilolu ve güzel şeyler yiyeceklerini sanarak mahalle gününe aç gelmiş ve bu yüzden de açlıktan şekerleri düşmüş, sinirden tansiyonları fırlamış bir sürü kadın, sanki anlaşmışlar gibi hep bir ağızdan “Gözün kör olmasın Rıfkı!” diyerek yerlerinden fırladılar. Birden ne yapacağını bilemeyen Rıfkı, hemen odasına kaçtı. Odasının kapısını kilitledi. Pınar da onun odasındaydı ve çok korkmuştu. Abisine “Ben sana demiştim abi. Teyzeler aç kaldıkları için sana çok ama çok kızdılar.” dedi.
-Pınar annem nerede? Göremedim onu. Bu kadınlar ona da zarar vermiş olmasın sakın!
-Annem, salonun halini ve boş tepsileri görünce fenalaştı.
-Nerede şimdi?
-Salonda kanepeye yatırdılar.
   (41) Bu sırada kapının önündeki kadınlar, hala Rıfkı’ya bağırıp çağırıyorlardı. Sinirden ve açlıktan gözleri dönen kadınlar, biraz daha yüklenseler kapıyı kıracaklardı. Kadınların biri susuyor, diğeri bağırmaya başlıyordu.
-Günümüzü mahvettin Rıfkıııı!
-Bari sarmalara dokunmasaydın hayırsız evlat!
-Senin gibi evlat olmaz olsun Rıfkıııı!
-Açız aç! Ne yiyeceğiz şimdi düşüncesiz çocuk?
   (42) Sevinç hanım, biraz sonra kendine gelince hemen kadınların yanına gitti ve onları sakinleştirdi. “İki tepsi nefis baklava yaptırdım size. Hemen tabaklara koyup getireyim.” dedi. Baklava lafını duyan kadınlar hiç yoktan iyidir, bari boğazımızdan iki lokma bir şey geçecek düşüncesiyle yerlerine oturdular. Sevinç hanımın mutfağı gitmesiyle tezgahtaki boş tepsileri görmesi bir oldu. Bu sefer kendisi odanın kapısına koşup bağırmaya başladı. “Arkadaşlarıma rezil ettin beni Rıfkıııı! Baklavaları ne zaman yedin hayırsız evlat!” diye bağırdı.
   (43) Sevinç hanımın, Rıfkı’nın odasının kapısına gidip bağırmasından baklavaların da başına kötü bir şeyler geldiğini anlayan kadınlar, hemen onun yanına koştular. Onlar da kapıyı yumruklayıp bağırıp çağırmaya başladılar. Rıfkı, durumun daha da kötüye gittiğini görünce “Her şey Unutulsun ve yemekleri kendilerinin yediklerini sansınlar.” dileğinde bulundu. Tılsımlı yüzüğü sayesinde az önce kapıyı yumruklayan kadınlar bir anda durdular. “Aaaa, biz ne yapıyoruz yahu? Bu kapıyı durduk yere niye yumruk diyoruz.” diye mırıldandılar. Sonra da yaptıklarına utanıp salona gittiler.
   (44) Salonun batmış halini görünce de bunu kendilerinin yaptıklarını sanarak daha çok utandılar ve hızla etrafı toparlamaya başladılar. Yerlerdeki çamurlu ayakkabı izlerini görünce “Acaba bu ayakkabı izleri kime ait?” diye düşünerek birbirlerinin ayaklarına baktılar. Ama kimsenin ayağında ayakkabı göremediler. Çamur izlerini de söylene söylene, utana utana sildiler. Sonra da evlerine gittiler. İşin ilginci, o kadar yemeği kendilerinin yediklerini sanmalarına rağmen karınları hala çok açtı.
   (45) Tılsımlı yüzük sayesinde olan biten her şeyi unutan Sevinç hanım, bu olaydan sonra iki gün kadar kendine gelemedi. Yorgunluk, sinirlilik ve halsizlikten dolayı doğru dürüst ev işi bile yapamıyordu. Rıfkı’yı her gördüğünde sinirleniyor, bazen de kızıyordu. Sebepsiz yere Rıfkı’ya niye böyle davrandığını bir türlü anlayamıyordu. “Şu melek gibi çocuğa yaptıklarıma bak! Ben ne kadar kötü bir anneyim.” diye kendi kendine kızıyordu.
   (46) Cuma günü gelmişti. Fuat öğretmen, verdiği ezber ödevi için öğrencileri numara sırasına göre yazı tahtasına çağırdı. Yazı tahtasına ilk gelen Erdi’ydi. Erdi çarpım tablosundaki yedileri ezberden hatasız şekilde okudu. Öğretmeninden tam “Aferin oğlum, otur yerine.” lafını beklerken Fuat öğretmen, yedileri bu sefer karışık olarak sormaya başladı.
-Evet Erdi, yedi kere beş?
-Otuz beş öğyetmenim.
-Yedi kere sekiz?
-Elli döyt.
-Yedi kere sekiz?
-Ay öğyetmenim, elli döyt değil, elli altı olacaktı.
-Yedi kere dört?
-Yiymi sekiz öğyetmenim.
-Dokuz kere yedi?
-Ama öğyetmenim, biz daha dokuzlayı ezbeylemedik ki!
-Evladım, ha dokuz kere yedi, ha yedi kere dokuz.  Ne Fark eder?
-Aaaa, doğyu söylüyoysunuz öğyetmenim. Yedi keye dokuz, altmış üç edey.
-Aferin sana Erdi! Yedileri öğrenmişsin. Oturabilirsin artık. Veli Kaya, gel evladım.
   (47) Öğretmeninin çağırması ile beraber Veli, hemen yazı tahtasına gitti. Kalbi korku ve heyecandan güm güm atıyordu. “Acaba bana da yedileri karışık olarak mı soracak?” diye düşünürken, korktuğu şey başına geldi. Öğretmeni “Evet Veli, yedi kere yedi kaç eder?” diye sorunca, ezberini sırasıyla yapan Veli:
-Öğretmenim, ben ezberimi karışık değil, sırasıyla yapmıştım.
-Veli, Eğer ezberlediysen karışık ya da sırasıyla sormam fark eder mi?
-Etmez herhalde öğretmenim!
-Hadi öyleyse, bir daha soruyorum. Yedi kere yedi?
-Kırk dokuz.
-Sekiz kere yedi?
Veli, hemen sekiz kere yedideki sayıları zihninden ters çevirdi ve yedi kere sekiz olarak düşündü.
-Elli altı öğretmenim.
-Üç kere yedi?
-Yirmi bir.
-Altı kere yedi?
-Kırk iki.
-Yedi kere on?
-Yetmiş öğretmenim.
-Aferin Veli, ezberini iyi yapmışsın. Hadi sen de otur yerine. Sıradaki öğrenci Temel Dursun, gel evladım.
   (48) Temel utana sıkıla, biraz da isteksizce yazı tahtasına geldi. Çünkü yedileri ezberlemeyi unutmuştu. Yazı tahtasında düşünceli düşünceli dururken birden öğretmeninin sesiyle kendine geldi.
-Hazır mısın Temel?
-Hazırım öğretmenim.
-Yedi kere üç?
-On sekiz.
-Olmadı Temel, tekrar soruyorum. Yedi kere üç?
-Yirmi dört.
-Yine olmadı Temel! Peki üç kere yedi?
   (49) Üçleri ezberlemiş olan Temel, hemen cevabı söyledi.
-Yirmi bir öğretmenim.  
-Anladın mı Temel? Çarpımı bilmediğin zaman hemen sayıların yerlerini değiştir. Ha yedi kere üç, ha üç kere yedi. İkisinin de sonucu aynı oluyor. Peki yedi kere sekiz?


   (50) Yedileri bilmeyen Temel, az önceki gibi çarpanların yerlerini değiştirerek sonucu bulmaya çalıştı. Sekiz kere yedi….. Ama çarpanların yerini değiştirince daha kötü olmuştu. Çünkü sekizler henüz ödev olarak verilmemişti bile.
-Öğretmenim, sayıların yerlerini değiştirdim ama biz daha sekizleri ezberlemedik ki!
-Demek ki yer değiştirmek her zaman da olmuyormuş. O zaman ne yapmamız gerekiyor?
-Bilmiyorum.
-Verilen ezber ödevlerini, mutlaka ezberlemeniz gerekiyor. Değil mi Temel?
-Evet öğretmenim.
-Hafta sonu ezberini güzelce yap. Pazartesi günü seni yine çağıracağım. Tamam mı?
-Tamam öğretmenim.
   (51) Temel yerine oturduğunda sıra arkadaşı Ali “Çok şanslısın Temel. 4/ A sınıfındaki öğretmen, ezberini yapmayanlara ikinci bir şans tanımıyormuş ve hemen zayıf not veriyormuş.” dedi. Bu sırada Temel'in arkasında oturan Zeki “Ne oldu Temel? Ezberleyemedin mi ödevlerini çocuğum?” diye dalga geçti. Zeki, dalga geçerken Fuat öğretmen, tahtaya gelmesi için onun adını da söyledi.
   (52) Şakacı Zeki, kendinden emin adımlarla yazı tahtasına geldi. Gören de sanki tüm çarpım tablosunu yalayıp, yuttuğunu sanırdı.
-Evet Zeki, çok çalışmış görüyorum seni.
-Evet öğretmenim, çok çalıştım.
-Hadi o zaman başlayalım. Yedi kere yedi?
-Otuz dokuz.
-Otuz dokuz mu? İyi düşün Zeki?
-Elli dokuz muydu yoksa öğretmenim?
-Evladım, bana niye soruyorsun! Evet Zeki bunu bilemedin. Peki, yedi kere dört?
-Yirmi sekiz.
-Yedi kere beş?
-Otuz beş.
-Dokuz kere yedi?
-Ama öğretmenim biz dokuzları görmedik ki!
-Peki, o zaman şöyle sorayım. Yedi kere dokuz?
-Altmış üç.
-Evladım, ha yedi kere dokuz, ha dokuz kere yedi. Ne fark eder? Bilemediğin zaman sayıların yerlerini değiştir. Belki o zaman bilirsin! Hadi geç yerine sen de ezberlemişsin. Aferin sana.
   (53) Zeki yerine otururken Temel de ona kıs kıs güldü. Sonra da arkasına dönerek
“Nasılmış dalga geçmek Zeki, oh olsun sana!” dedi. Tam o sırada Fuat öğretmen “Rıfkı
Yıldırım, gel Rıfkı sıra sende.” dedi. Rıfkı da yazı tahtasına Temel gibi düşünceli bir şekilde gelince öğretmeni, onun da yedileri ezberlemediğini sandı.
-Evet Rıfkı, yedi kere altı?
-Yedi kere altı, kırk iki eder. Öğretmenim ben şey diyecektim….
   (54) Rıfkı’nın yine saçmalayacağını anlayan Fuat öğretmen, soruları peş peşe sormaya başladı. Çünkü onu konuşturmak istemiyordu.
-Altı kere yedi?
-O da kırk iki öğretmenim. Ben size ……
-Dört kere yedi.
-Yirmi sekiz, öğretmenim ama …...
-Sekiz kere yedi?
-Elli altı ama öğretmenim ….
-On dört kere yedi.
-Doksan sekiz ama …..
-Dokuz kere yedi?
-Altmış üç, ama öğretmenim dinlemiyorsunuz ki beni.
-Yirmi kere yedi?
-Yüz kırk, öğretmenim …
   (55) Arkadaşları ve öğretmeni Rıfkı’ya şaşkınlıkla bakıyorlardı. Zor olan çarpımları bile bilmişti. Rıfkı, onların şaşkınlığından ve öğretmeninin bir anlık suskunluğundan yararlanarak sorusunu yine sormaya çalıştı.
-Öğretmenim, geçen gün Çanakkale Savaşı’na gittim. Seyit Onbaşı ve arkadaşları çok kötü besleniyorlar. Onlara ……
   (56) Şaşkınlığı geçen Fuat öğretmen, hemen  kaldığı yerden devam etmeye çalıştı.
-Yedi kere beş?
-Of öğretmenim otuz beş.
-On bir kere yedi?
-Yetmiş yedi.
-Yirmi üç çarpı yedi?
-Yüz altmış bir ama öğretmenim…..
-Yok artık Rıfkı! Son sorduğumu nasıl bildin?
-Ne sormuştunuz ki öğretmenim?
-Yirmi üç çarpı yedi kaç eder, diye sordum.
-Ben ne cevap verdim? Bilebildim mi?
-Evladım, ne cevap verdiğini bilmiyor musun? Kafadan mı atıyorsun yoksa?
-Ne bileyim, aklıma ilk gelen sayıyı söylüyorum. Neyse şey diyecektim öğretmenim…..
-Aferin Rıfkı, ezberini yapmışsın. Hadi otur artık.
-Ama öğretmenim, Seyit Onbaşı ve ……..
-Ayşe Turan, gel kızım.
   (57) Öğretmeninin, kendisini konuşturmayacağını anlayan Rıfkı “Ben size ne yapacağımı bilirim!” diyerek yerine oturdu.
   (58) Teneffüs olunca Fuat öğretmen, Rıfkı’nın peşine takılacağını bildiği için hızlı adımlarla öğretmenler odasına gitti. İçeri girip çayını dolduran ve kanepeye oturan Fuat öğretmen, arkadaşlarıyla sohbet etmeye başladı. Biraz sonra kapıyı çalarak diğer öğretmenlerin de şaşkın bakışları arasında içeriye giren Rıfkı, doğruca öğretmenin yanına gitti. İçinden “Ya sabır!” çeken Fuat öğretmen “Oğlum, ben size önemli bir şey olmadığı sürece yanıma gelmeyin demedim mi?” diyerek onu tersledi. Rıfkı “İnan ki çok önemli öğretmenim!” diyerek karşılık verdi.
   (59) Öğretmen arkadaşları, Fuat öğretmene “Meşhur Rıfkı bu mu yoksa?” dediler. Meşhur lafını duyan Rıfkı’nın gözleri birden parladı. “Vay öğretmenim, demek beni çok seviyorsunuz ha! Her yerde benden bahsediyorsunuz öyle mi?” deyince diğer öğretmenler gülüştüler.


   (60) Fuat öğretmen, Rıfkı’yı dışarıya göndermeye çalıştı ama Rıfkı direndi. Ona “Öğretmenim, Seyit Onbaşı ve arkadaşları iyi beslenemiyorlar. Onlara güzel yemekler yedirmemiz lazım. Onların çoğu yakında şehit olacaklar zaten. Biz de torunları olarak onlar için bir şeyler yapmalıyız.” dedi.
   (61) Öğretmenlerden biri “Yemekleri mezarlarına mı götüreceksin oğlum?” deyince Rıfkı, “Siz “Tamam” deyin, ben sizi Çanakkale'ye onların yanına götüreceğim.” dedi. Öğretmenler şakadan “Tabi tabi, okul çıkışı hep beraber gideriz.” dediler. Bunu ciddiye alan Rıfkı, sevinçle sınıfına gitti. Fuat öğretmen, arkadaşlarına dönerek “Ne yaptınız yahu? Şimdi sizin de peşinizden ayrılmayacak. Allah şimdiden size sabırlar versin.” dedi.
   (62) Okul çıkışında Rıfkı, okulun bahçe kapısında beklemeye başladı. Ama yanından geçen öğretmenlerin hiçbirisi kendisine yüz vermedi. Fuat öğretmenin, diğer öğretmenleri kendisi hakkında uyardığını anlayan Rıfkı, çaresizce evine geri döndü.
   (63) Akşam yemeğinde Rıfkı, babası Murat bey'e Çanakkale Savaşı’nı bilip bilmediğini sordu. Babası “O büyük savaşı bilmeyen yoktur herhalde.” dedi Bunun üzerine Rıfkı, babasına bazı sorular sormaya başladı.
-Baba Çanakkale savaşını kim kazanıyor?
-Biz kazanıyoruz ama iki yüz elli bine yakın askerimiz de şehit oluyor.
-Yaaa, demek biz kazanıyoruz savaşı! Çok şükür.
-Evet, Seyit Onbaşı'nın bu zaferdeki payı çok büyükmüş evladım.
-Peki Çanakkale Savaşı'ndaki askerler, ne yiyorlardı acaba?
-Yani o zamanki askerler ne yemişse, onlar da onu yemiştir.
-Yani ne yemiş olabilirler?
-Nohut, kuru fasulye, patates ve et yemekleri falandır herhalde.
-Hayır baba, çoğu zaman kuru üzüm hoşafı ve ekmek yemişler.
-Yok be oğlum, o kadar da değildir yani!
-Maalesef ki öyle baba! Benim asıl merak ettiğim şey, Seyit Onbaşı o kadar kötü beslenmesine rağmen, nasıl olup da o ağır top mermisini kaldırabilmiş.
-Arkadaşları yardım etmiştir belki.
- Gemiyi batırmadan önce, onların bulunduğu yere bir top mermisi düşmüş. Sadece o ve bir arkadaşı kurtulmuş.
-Allah hepsine rahmet etsin.
-Şey baba, ara sıra Seyit Onbaşı’yı ve arkadaşlarını çağırıp onlara yemek yedirsek nasıl olur acaba? Hem Seyit Onbaşı, daha da güçlenmiş olur böylece.
-Oğlum, onlar öleli çok oldu. Artık bunu anlayacak yaştasın. O yüzden daha fazla saçmalayıp bizi üzme lütfen!
   (64) Babasını inandıramayacağını anlayan Rıfkı, onu ve annesini onların yanına götürmeye karar verdi. Oyun oynama bahanesiyle evdeki herkesi bir araya topladı. Daha sonra da tılsımlı yüzüğü sayesinde onları, Seyit Onbaşı'nın ve arkadaşlarının yanına götürdü.
   (65) Kendilerini bir anda farklı bir yerde ve askerlerin arasında bulan Murat bey ve Sevinç hanım şok oldular. Seyit Onbaşı’yı gören Pınar ise “Seyit amcaaaaa.” diye koşarak onun boynuna sarıldı. Oradaki askerlerin de Pınar’ı tanıdığını gören Murat beyin şaşkınlığı daha da arttı. Seyit Onbaşı ve arkadaşları da Rıfkı’ya “Hoş geldin Rıfkı.” dediler. Sevinç hanım merakla ve şaşkınlıkla Rıfkı’ya sorular sormaya başladı.
-Oğlum neredeyiz?  Bu askerler seni nereden tanıyorlar?
-Bu öndeki abi Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı, diğerleri de arkadaşları oluyor anne.
-Oğlum evimiz nerede?
-Sakin ol anne! İstediğimiz zaman evimize dönebiliriz.
   (66) Murat bey, şaşkınlığı geçince etrafa şöyle bir baktı. Gerçekten de Çanakkale'deydiler. Karşıda da Çanakkale Boğazı vardı. Seyit Onbaşı, etrafına şaşkın şaşkın bakınan Murat beyle konuşmaya başladı.
-Murat bey, hoş geldiniz. Rıfkı sizden bahsetmişti bize.
-Siz gerçekten de Seyit Onbaşı mısınız?
-Adım Abdurrahman oğlu Seyit. Onbaşı değilim ama.
-Eğer Rıfkı’nın bahsettiği kişiyseniz, yakında onbaşı da olursunuz.
-Sizi buraya getiren şey nedir acaba?
   (67) Tamda bu esnada karavana gelmişti. Askerlerin tabaklarına yemeklerini koyuyorlardı. Gerçekten de Rıfkı’nın dediği gibi yemek olarak kuru üzüm hoşafı ve ekmek vardı.
   (68) Yemeği gören Sevinç hanım, çok duygulandı ve ağladı. Murat bey de çok fena olmuştu. Demek ki hemen hemen her gün aynı şeylerle besleniyorlardı. Tam bu sırada düşman gemilerinin bombardımanı başlamıştı. Rıfkı, ailesinin zarar görebileceğini fark edince onları tekrar eve geri götürdü.
   (69) Herkes kanepeye oturdu ve şaşkınlıkla birbirlerine bakmaya başladılar. En çok da Rıfkı’ya baktılar. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Evde otururken nasıl olur da bir anda Çanakkale Savaşı'nın yapıldığı yere gidilebilirdi. Suskunluğunu ilk bozan Murat bey oldu.
-Anlat bakalım Rıfkı. Bunu nasıl becerdin?
-Nasıl olduğunu söyleyemem babama. Ama gördüğünüz gibi Seyit Onbaşı ve arkadaşları çok yetersiz besleniyorlar.
-Tamam da evladım. Ne yapabiliriz ki?
-Annem etli yemekler yapsın, sen de baklava falan alırsın.


   (70) Murat bey eşine baktı. Sevinç hanımın gözlerinde hala birkaç damla gözyaşı vardı.
-Ne dersin hanım?
-Olur bey olur. Birkaç arkadaşımı yardıma çağırırım. Onlar için en güzel etli yemekleri yaparız.
-O zaman ben de üç tepsi baklava alırım.
-Rıfkı, kaç kişilik yemek hazırlayacağız oğlum.
-Galiba on beş, on altı kişilik anne.
-O zaman yarın akşam yemeğine Seyit Onbaşı’yı ve arkadaşlarını buraya getirirsin.
-Anne biz oraya gideriz. Cepheyi boş bırakmamaları lazım.
-Eh ne yapalım? Öyle olsun o zaman.
   (71) Dişlerini fırçalayıp odasına giden Rıfkı, ailesinin yardımcı olmasından son derece mutlu ve gururluydu. Huzur içinde başını yastığına koyup uyudu.
   (72) Ertesi gün üçüncü teneffüste 4/A sınıfından beş erkek öğrenci Rıfkı’yı sordu. Rıfkı’yı dövmek için gelmişlerdi. Onu sınıfta bulamayınca tuvalete baktılar. Rıfkı, ellerini yıkıyordu. Çocuklar, hemen Rıfkı’nın etrafını çevirdiler. Rıfkı “Artık bu meseleyi kökünden halletmek lazım. Anlaşılan siz başka türlü akıllanmayacaksınız.” dedi.
   (73) Rıfkı, çocuklar tam ona saldıracakken tılsımlı yüzüğünün yardımıyla onları tarih öncesi çağlara götürdü. Henüz insanlar dünyada yoktu. Dinazorlar, aslanlar, kaplanlar, mamutlar, havada uçan büyük kuşlar, her türlü vahşi hayvan vardı. Tüm bunları gören çocuklar, ne yapacaklarını bilemediler ve çok korktular. Hatta içlerinden bir öğrenci, altına bile yaptı. Rıfkı, onları orada bırakarak geri döndü. Madem küçücük bir olayı bu kadar çok büyütmüşlerdi, madem çete kurup kendisini haksız yere dövmeye çalışıyorlardı, öyleyse akıllanmaları için iyi bir derse ihtiyaçları vardı. Rıfkı’nın amacı onları orada bir süre bırakarak korkutmak ve bir daha kendisine bulaşmalarını önlemekti.
   (74) Rıfkı, sınıfa gittiğinde arkadaşları ona hemen saklanmasını 4/A sınıfından bazı erkek öğrencilerin onu aradıklarını söylediler. O da “Meseleyi hallettim. Bir daha benimle uğraşamayacaklar. Merak etmeyin.” dedi.
   (75) Bu sırada Rıfkı’nın tarih öncesine götürdüğü öğrenciler, vahşi hayvanlardan kaçmaktan, saklanmaktan iyice yorulmuşlardı. Özellikle tepelerinde uçan büyük kuşlar çok tehlikeliydiler. Sürekli onlardan kaçıp saklandılar. Ama kuşlar, onların saklandıkları yeri de bulmuşlardı. Onların tepelerinde dolanıp duruyorlardı. Çocukların korkuları iyice artmış ve sürekli Bülent’'i suçlamaya başlamışlardı.
-Bülent, bunlar hep senin yüzünden oldu. Rıfkı mıydı neydi adı? Onunla niye bu kadar uğraştın ki sanki?
-Evet Bülent ya, senin yüzünden düştüğümüz şu hallere bak! Ne yapacağız şimdi?
-Ah Bülent ah, yaktın bizi!
-Oğlum var ya, eğer Rıfkı hemen gelip bizi geri götürmezse bu kadar hayvan bizi kıtır kıtır yer valla!
   (76) Bülent de Rıfkı’yla bu kadar çok uğraştığı için çoktan pişman olmuştu zaten. Ama ne yapacağını da bilmiyordu? Neyse ki diğer tenefüs Rıfkı “Bu kadar korku, bu kadar ders onlara yeter. Bir daha benimle uğraşmazlar artık.” deyip yanlarına gitti. Çocuklar, Rıfkı’yı görünce sevinçten ne yapacaklarını şaşırdılar. Hatta bazıları Rıfkı’nın boynuna bile sarıldı. Ama Rıfkı, onlara hiç yüz vermedi.
-Sanırım bu kadar ders size yeter! Ne dersiniz, akıllınız mı artık? Geri dönmek ister misiniz?
   (77) Çocuklar, kurtuldukları için sevinçten ne diyeceklerini bilemediler. Sürekli biri susuyor, diğeri konuşuyordu.
-Tamam Rıfkı, akıllandık artık! Hadi bizi okulumuza geri götür.
-Söz veriyoruz Rıfkı. Bir daha seninle uğraşmayacağız.
-Vallahi billahi, bir daha Bülent’e uyup sana sataşmayacağız.
-Ne olur geri dönelim Rıfkı! İstersen senin çetene katılırız.
   (78) Çete lafını duyan Rıfkı, ona çok kızdı. “Ne çetesi be? Benim serseriye benzer bir halim mi var?” diye çocuğu tersledi. Rıfkı, asıl konuşması ve özür dilemesi gereken Bülent’e dönerek onunla konuşmaya başladı.
-Evet Bülent, arkadaşlarını geri götüreceğim. Eğer sen de bizimle beraber dönmek istiyorsan senden bazı şartlarım olacak.
-Ne şartı?
-Döndüğümüz gibi benimle sınıfa geleceksin ve herkesin gözü önünde benden özür dileyeceksin. Tamam mı, kabul ediyor musun?
-Peki peki, özür dilerim. Ya diğer şartın nedir?
-Seni bir yere götüreceğim.
-Nereye?
-Şimdi söyleyemem. Ailenin maddi durumun nasıl?
-İyi sayılır.
-Seni götüreceğim yere giderken, et yemekleri ve tatlı götüreceğiz. Masraflar da sizden olacak. Tamam mı?
   (79) Rıfkı’nın bu son teklifini anlamsız bulan ve ne demek istediğini tam olarak anlamayan Bülent, oradan kurtulmak için mecburen “Tamam.” dedi. Oradan ayrılmadan önce Rıfkı, Bülent'e son bir şey daha söyledi.
-Veeee bir daha ne bana ne de bir başkasına asla sataşmayacaksın. Efendi olacaksın, tamam mı?
-Tamam tamam.
-Hadi o zaman, artık okula geri dönebiliriz.


   (80) Rıfkı, öğrencilerle beraber okula geri döndüğünde eski çağlara ait üç, dört metre boylarındaki dev bir kuşun da kendileriyle beraber geldiğini geç fark etti. Okul bahçesindeydiler. Kuş önce onlara saldırır gibi yaptı. Fakat birden elektrik tellerine takılarak elektrik akımına kapıldı ve çırpınarak olduğu yerde can verdi. Tenefüs bitmiş olduğu için çok şükür ki etrafta hiçbir öğrenci yoktu. Yoksa bu vahşi ve büyük kuş üzerlerine düşüp bir felakete sebep olabilirdi.
   (81) Rıfkı ve diğerleri, hemen sınıflarına koştular ve hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi davrandılar. Rıfkı, Bülent’i sınıfına götürmüştü. Tüm sınıfın ve Fuat öğretmenin yanında kendinden özür diletti.  Daha sonra da Bülent hızla sınıfına gitti. Herkes Bülent'in nasıl olup da Rıfkı’dan özür dilemeyi kabul ettiğini anlamaya çalışırken, bahçeden gelen sesler dikkatlerini dağıttı. Bu seslerin normal olmadığını düşünen Fuat Öğretmen, öğrencilere yerlerinde kalmalarını söyleyerek dışarıya çıktı. Bunu fırsat bilen arkadaşları, Rıfkı’ya peş peşe sorular sordular.
-Oğlum, ne yaptın Bülent öyle? Çocuğu kuzuya çevirmişsin!
-Aferin be Rıfkı, helal olsun sana!
-Benim tanıdığım Bülent, özür falan dilemez. O çocuk, ikiz kardeşi ya da ona çok benzeyen birisi miydi acaba?
-Vay be Rıfkı! Havandan geçirmez artık senin!
   (82) Rıfkı, bu olaydan sonra arkadaşlarının gözünde bir kahraman olmuştu. Çünkü Bülent gibi kavgacı ve serseri bir öğrenciyi pes ettirmek, her öğrencinin yapabileceği bir şey değildi.
   (83) Bu sırada okul bahçesinde elektrik tellerine takılarak ölen çağlar öncesine ait büyük bir kuşun haberi tüm şehirde hızla yayılmıştı. Polisler, itfaiyeciler, üniversitelerden bilim adamları, gazeteciler, televizyoncular ve meraklı halk yani herkes oradaydı. Kimi gazeteciler büyük kuşun resimlerini çekiyor, kimi bilim adamları onu yakından inceliyor, kimi televizyoncular bazı bilim adamlarıyla ve görgü tanıklarıyla röportajlar yapıyorlardı. Polisler de insanların kuşa çok fazla yaklaşmalarını önlemeye çalışıyorlardı.
   (84) Rıfkı ve ailesi, akşam yemeğini yerken bir yandan da televizyondaki haberleri izliyorlardı. Bu kuşun şimdiye kadar nasıl olup da keşfedilemediği, durup dururken nasıl ortaya çıktığı, nereden geldiği, kuşun şekli ve özellikleri hakkında bir sürü bilgiler veriliyordu. Daha sonra da kuşun incelenmek üzere vinçlerle kaldırılıp bir üniversiteye götürüldüğü anı televizyonda izlediler.
   (85) Rıfkı, televizyondaki haberleri izlerken “Acaba Bülent ve arkadaşları, onları tarih öncesine götürdüğümü ve bu kuşun da oradan geldiğini söylerler mi?” diye içinden geçirdi. Sonra da “Neyse konuşurlarsa böyle bir şeyin olacağına kimse inanmaz zaten. Ama acaba aileleri onlara kötü bir şeyler yaptığımı sanarak, beni okul müdürüne falan şikayet ederler mi?” diye düşündü. Sonunda da her şeyi oluruna bırakmaya ve eğer sıkıntılı bir durum oluşursa da yaşanan her şeyi, tılsımlı yüzüğünün yardımıyla onlara unutturmaya karar verdi.
   (86) Ertesi günün akşamı Rıfkı ve ailesi, tüm hazırlıklarını yaparak Seyit Onbaşı ve arkadaşlarının yanlarına gittiler. Askerler onları görünce çok sevindiler. Yemeklerin kokularını hemen almışlardı. Hepsinin de ağızlarının suları akıyordu. Çok şükür ki bombardıman da yoktu. Sevinç hanım hemen tabaklara köfteleri, patates, patlıcan ve kabak kızartmalarını koydu.  Pınar da onların üzerlerine domates soslarını döktü. Tabağı boşalanlara hemen etli pilavları, peşinden de etli sarmaları ve dolmaları koydular. Askerler, hem yiyorlar hem de Sevinç hanım ve ailesine “Allah razı olsun, ellerinize sağlık. Yemekler çok nefis olmuş.” diyorlardı.
   (87) Yemekler bitince Murat bey, hemen getirdiği baklavaları ikram etti. Askerlerin mideleri tıka basa doymuştu. Sevinç hanım, artan yemekleri ve tatlıları kaplara doldurdu ve tekrar acıktıklarında yemeleri için askerlere verdi.
   (88) Yemek bittikten sonra Murat bey, Seyit Onbaşı’ya top bataryasının nasıl çalıştığını sordu. Seyit Onbaşı da onun nasıl çalıştığını, topun nasıl ateşlendiğini bir bir anlattı.
   (89) Sevinç hanım, bu kahraman askerlerin karınlarını doyurabildiği için mutluydu, huzurluydu. “Gerekirse bu kahramanlar için yine bir şeyler hazırlarım. Hatta komşularıma da haber veririm. Böylece daha çok askerimizin doymasını sağlarım.” diye düşündü ve bunun için planlar yaptı. Bir yandan da oradaki askerleri İnceliyordu. Elbiseleri eskimiş olmasına rağmen tertemizlerdi. Hepsi de zayıftı. İyi beslenemedikleri her hallerinden belliydi.  Bu nedenle de biraz üzülmüştü.
kkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk
   (90) Rıfkı da askerlerin silahlarıyla ilgilendi. Asker abilerine kendi zamanındaki silahlardan bahsetti. Hatta uçaklardan, helikopterlerden, dronlardan ve insansız hava araçlarından da bahsetti. Askerler “Vay be, şuraya bak! Gelecekte ne silahlar yapacaklarmış?” diye hayret ettiler. Pınar da bir askerin şapkasını başına takarak annesine “Nasıl olmuş anne, yakışmış mı, diye sordu.
   (91) Biraz sonra düşman gemilerinin bombardımanı başlamıştı. Gemiler askerlerimizin olduğu bazı cepheleri devamlı bombalıyorlardı. Havaya uçan barakalar, havaya savrulan topraklar ve taşlar çok rahat görülüyordu. Herkes bombalanan yerlerdeki askerlerimiz için dua ediyordu.
   (92) Seyit Onbaşı, her an kendi yerlerinin de bombalanabileceğini söyleyerek Rıfkı ve ailesinin evlerine dönmelerini istedi.  Onlar da askerlerle vedalaştıktan sonra mecburen evlerine geri döndüler. Hepsi de çok üzgündü. “Acaba bu bombardımanda kaç askerimiz daha şehit olacak?” diye endişe ediyorlardı. Ama onların karınlarını doyurdukları içinde de çok mutluydular.
   (93) Pınar “Anne askerlerin yanına yine gidelim mi?” diye sorunca Sevinç hanım, eşi Murat beye baktı. O da “Olmazsa haftaya yine gideriz.” dedi. Sonra da Rıfkı’ya baktılar. Çünkü onları oraya götürecek olan Rıfkı’ydı. Rıfkı, çok da istekli değil gibiydi. Sadece “Belki!” diyebildi.
   (94) Rıfkı’nın “Belki!” demesinin bir sebebi vardı. Onlara sürekli yemek taşımanın imkansız olduğunu biliyordu. Ailesi böyle bir şeyi her gün yapamazdı zaten. Her gün o kadar askere yemek yapmaya ne paraları ne de zamanları yetmezdi. Rıfkı, ailesinin bu kahramanlarla tanışması ve onlara ikramda bulunulması gururunu onlara yaşatmak istemişti.
   (95) Artık ailesinin tüm yaşananları unutması vakti gelmişti. Yoksa bir süre sonra bunların tılsımlı yüzük sayesinde olduğunu anlayacaklar ve “Sen çocuksun, onu amacına uygun olarak kullanamazsın. Belki de kötü niyetli kişilerin eline geçebilir.” diyerek onu kendisinden almak isteyeceklerdi.
   (96) Bu yüzden Rıfkı “Ailem tüm yaşananları unutsun dileğinde bulundu. Pınar hariç anne ve babası Çanakkale Savaşı’yla ve Seyit Onbaşı’yla ilgili tüm yaşananları unuttular. Nedense tılsımlı yüzük Pınar’a tesir ederek yaşananları ona unutturamamıştı. Pınar, çocuk olduğu için mi yoksa farklı bir özelliği mi vardı? İşte Rıfkı bunu bir türlü anlayamamıştı.
   (97) Ertesi gün Bülent ve arkadaşları, Rıfkı’nın kendilerini tarih öncesi çağlara götürüp getirdiğini okuldaki herkese söylemişlerdi. Rıfkı, bundan çok rahatsız oldu. Hemen Bülent’i aradı. Onu kantinin önünde buldu.
-Niye çenenizi tutamadınız? Yaşadıklarınızı niye herkese anlatıyorsunuz?
-Ne var ki bunda? Hem başımıza gelenleri kimseye söyleme demedin ki!
-Her şeyi söylemem mi gerekiyor. Bu kadarını düşünmediniz mi?
-Uyarsaydın söylemezdik. Ne bilelim bundan rahatsız olacağını!
-Rahatsız oldum, hem de çok rahatsız oldum Bülent.
   (98) Rıfkı, onların yaşadıkları bu olayı her yerde, hatta ailelerinin yanında da anlatmış olduklarını anladı. Ailesine yaptığı gibi Bülent ve arkadaşlarına da yaşadıklarını unutturmaya karar verdi. Daha sonra Rıfkı “Bülent ve arkadaşları, yaşadıkları her şeyi unutsunlar. Bu konu hakkında kiminle konuşmuşlarsa onlar da yaşadıklarını unutsunlar.” dileğinde bulundu.
   (99) Herkes, Bülent ve arkadaşlarının söylediklerini unutmuştu. Tabi ki Bülent ve arkadaşları da artık hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Hatta Bülent'in içinden, Rıfkı’ya sataşma isteği bile gelmiyordu.
   (100) Rıfkı, Seyit Onbaşı ve arkadaşlarına son kez bir şeyler yedirmek istiyordu. Okul çıkışı yine öğretmenler odasına gitti ve “Tamam geliriz.” diyen öğretmenlere bakındı. Şansına üçü de oradaydı ve onlardan başka da kimse de yoktu. Rıfkı’nın kendilerine doğru geldiğini gören öğretmenler, hemen ayağa kalkarak oradan gitmek istediler. Rıfkı, yanlarına giderek “Hadi Çanakkale'ye gidiyoruz.” dedi. Öğretmenler ne olduğunu anlamadan kendilerini Seyit Onbaşı'nın ve arkadaşlarının yanında buldular. Rıfkı’yı gören Seyit Onbaşı, çok memnun oldu.
-Oooo, Rıfkı yine mi geldin? Kimleri getirdin bu sefer?
-Merhaba Seyit abi, bu sefer okulumuzdaki bazı öğretmenleri getirdim size.
-İyi yaptın Rıfkı. Merhaba hoş geldiniz muallimler.


   (101) Yaşananlar karşısında ne yapacaklarını şaşıran öğretmenlerden Kemal bey, kekelemeye başladı.
-Ho ho hoş bulduk. Hoş bulduk da biz buraya nasıl geldik yahu?
-Valla Rıfkı bir şeyler yapıyor ama hala anlayamadık. Bizi de bazen bir yerlere götürüyor, getiriyor.
-Peki siz kimsiniz?
-Ben Abdurrahman oğlu Seyit’im. Bu topçu bataryasında askerim. Bunlar da diğer asker arkadaşlarım.
-Seyit, burası Çanakkale’ye benziyor ama savaşa mı girdik yoksa?  Bu topların, silahların, savaş gemilerinin ne işi var burada?
   (102) Rıfkı, hemen araya girerek Kemal öğretmenin sorusuna kendisi cevap verdi.
-Öğretmenim daha önce söyledim ya! Bu Seyit Onbaşı. Şu an 1915 yılındayız, Çanakkale Savaşı'ndayız.
-Oğlum Saçmalama! Burası set mi yoksa? Sinema filmi falan mı çekiliyor burada?
   (103) Bu sırada düşman gemilerinin bombardımanı başladı. Bulundukları yer de bombalanan yerler arasındaydı. Askerler, öğretmenleri ve Rıfkı’yı hemen siperlere soktular. Sonra da kendi toplarını ateşleyerek düşman gemilerini batırmaya çalıştılar. İşte tam bu sırada bulundukları yere düşman gemilerinden atılan bir top mermisi isabet etti.
   (104) Biraz sonra da çok şiddetli bir patlama oldu. Sipere giren öğretmenler ve Rıfkı kurtulmuşlardı ama bir asker ve Seyit Onbaşı hariç tüm askerler şehit olmuştu. Öğretmenler şoktaydı. “Bizi nereye getirdin Rıfkıııı? Mahvettin bizi çocuk!” diye söyleniyorlardı.
   (105) Zar zor ayağa kalkan Seyit Onbaşı'nın ilk işi, denize bakmak oldu. Aylardır Marmara Denizi’ne geçmelerine izin vermedikleri düşman gemileri, Çanakkale Boğazı’nı geçmek üzereydiler. “Hemen bir şeyler yapmalıyım. Düşman gemilerini çok geç olmadan durdurmalıyım.” diye endişeyle düşündü.
   (106) Seyit Onbaşı, patlamadan kurtulan diğer asker arkadaşının yardımıyla 276 kilogram ağırlığında ve bir insanın tek başına kesinlikle kaldırmasının mümkün olamayacağı bir top mermisini sırtına aldı. Mermiyi taşırken çok ama çok zorlanıyordu. Üstelik mermiyi topa yerleştirmek için de topçu bataryasının birkaç basamaklı merdivenini çıkmak zorundaydı. Herkes Seyit Onbaşı'nın oradan nasıl çıkacağını merak ediyordu Seyit Onbaşı bacakları titreye titreye, sırtından terler aka aka merdivenleri çıktı. Arkadaşının yardımıyla mermiyi topa yerleştirdi. İyice nişan aldıktan sonra en öndeki büyük gemiye doğru topu ateşledi ama maalesef ki gemiyi vuramadı.
   (107) Çok yorgun olduğu halde moralini hiç bozmadan hemen aşağıya indi. Yeni bir top mermisini sırtına almaya çalıştı. Seyit Onbaşı’nın ve arkadaşının çok zorlandığını gören öğretmenler hemen yardıma koştular. Top mermisinin kaldırılmasına yardımcı oldular. Seyit Onbaşı, ikinci top mermisini de topa yerleştirdi ve ateşledi. Savaş gemisini yine vuramadı.
Hiç vakit kaybetmeden tekrar hızla üçüncü mermiyi de almak için aşağıya indi.
   (108) Bu Seyit Onbaşı'nın son şansıydı. Bu defa da öndeki savaş gemisini vuramazsa iyice uzaklaşmış olacaktı. Rıfkı ve öğretmenler, top mermisinin kaldırılmasında yine yardım ettiler. Top mermisini sırtına alan Seyit Onbaşı, yine zorlanarak basamakları çıktı. Artık gücü iyice tükenmişti. Özellikle ayakları çok yoruldukları için titriyorlardı. Son bir gayretle ve öğretmenlerin de yardımıyla mermiyi topa yerleştirdi. İyice bir nişan aldıktan sonra da dua etti ve topu ateşledi.
   (109) Top mermisi, hiç görülmemiş bir şekilde geminin bacasından içeriye girdi. Biraz sonra da şiddetli bir patlama oldu. Patlamayla beraber geminin dümeni de hasar gördü. Dümeni bozulan savaş gemisi, daireler çizmeye başladı. Arkadaki savaş gemileri hemen dümenlerini geriye doğru kırarak kendilerini kurtarmaya çalıştılar ve hızla oradan uzaklaştılar.
   (110) Seyit Onbaşı, her insana nasip olmayacak büyük bir iş yapmıştı. Tarihe geçen büyük bir kahraman olmuştu. Farkında olmadan öğretmenler de ona yardım etmişlerdi. Öğretmenler, Seyit Onbaşı, Rıfkı ve diğer asker büyük bir sevinçle kucaklaştılar ve birbirlerini tebrik ettiler. Cevat öğretmen:
-Rıfkı nasıl oldu bilmiyorum ama farkında olmadan sanırım vatanımızı kurtardık, dedi. Selim öğretmen de:
-Rıfkı iyi ki bizi buraya zorla getirmişsin. Sayende hem büyük bir kahraman olan Seyit Onbaşı’yı tanıdık, hem de vatanımızın kurtarılmasına yardımcı olduk, dedi. Kemal öğretmen de çok duygulanmıştı. Rıfkı’ya:
-Yarın bu askerlerin en sevdikleri yemekleri yaptıracağım, dedi.


   (111) Rıfkı, böyle bir olayla da olsa, öğretmenlerin ikna olmasına çok sevinmişti. Bu sırada arkadaşlarının yardımına gelen Türk askerlerini gören Rıfkı, hemen öğretmenlerle beraber öğretmenler odasına geri döndü. Öğretmenler, yaşadıklarından çok etkilenmişlerdi. Hemen koltuklarına oturup biraz sakinleşmeye çalıştılar. Biraz sonra Kemal Öğretmen:
-Yarın okul çıkışı yemekleri almak için hep beraber bize gidiyoruz. Oradan da Seyit Onbaşıların yanına gideriz. Artık nasıl gideriz bilmiyorum! Bizi oraya götürme işi Rıfkı’ya ait, dedi. Bunun üzerine Rıfkı:
-Öğretmenim gitme işi kolay. Giderken iki tepside de baklava götürsek olur mu? Baklavayı çok seviyorlar da. Cevdet ve Selim öğretmenler “Baklavaları da biz alırız.” dediler. Rıfkı:
-Kemal öğretmenim, yaptıracağınız yemekler et yemekleri olsun. Bir de dolma ve sarmayı da çok seviyorlar. Biraz masraflı olacak ama olsun ne yapalım, dedi. Kemal öğretmen:
-Kahramanlarımıza feda olsun Rıfkı ama oradaki askerler şehit oldular. Geriye sadece Seyit Onbaşı ve bir arkadaşı kaldı. Bu kadar yemeği kim yiyecek ki, dedi. Rıfkı:
-Öğretmenim şehit olanların yerine illaki yeni askerler gönderirler. Siz on beş kişiye göre yemek yaptırırsınız, dedi. Kemal öğretmen:
-Anladım Rıfkı, tamam. Hadi öyleyse yarın görüşürüz, dedi.
   (112) Herkes evine gitti. Eve geç giden ve patlamadan dolayı üstü başı toz, toprak olan Rıfkı’ya annesi çok kızdı. Onun arkadaşlarıyla kavga ettiğini sandı. Rıfkı’yı hemen banyoya soktu ve iyice bir yıkadı.
   (113) Ertesi gün okul çıkışı Rıfkı, Selim ve Cevdet öğretmenlerle Kemal öğretmenin evine gitti. Kemal öğretmenin eşi Nevin hanım da etli yemekleri, sarmaları ve dolmaları yapmıştı. Hep beraber Seyit Onbaşı’nın yanına gittiler. Ne olup bittiğini anlamayan Kemal öğretmenin hanımı da merak ettiği için onlarla beraberdi.
   (114) Rıfkı’nın dediği gibi şehit askerlerin yerine yeni askerler gelmişti. Onlarla da tanışıldı. Yemekler sıcak sıcak yenildi. Arkasından da baklavalar ikram edildi. Rıfkı, askerlerle fotoğraf da çektirdi. Böyle fedakar, milleti ve vatanı için ölmeye hazır askerlerle bir hatırası olsun istedi.
   (115) Herkes mutluydu. Yalnızca oradaki yeni askerlerin kafaları biraz karışıktı. Ne olduğunu anlamamışlardı. Ama karınlarının doymasından dolayı çok memnunlardı.
   (116) Gitme vakti geldiğinde vedalaşmak için herkes birbirine sarıldı. Askerler “Yine bekleriz.” dediler ama Rıfkı, bir daha kimseyi buraya getirmeyi düşünmüyordu artık. Çünkü Rıfkı hedefine ulaştığını düşünüyordu. Vatanları için her türlü zorluğa katlanan ve hatta ölen bu askerler için küçük de olsa bir iyilik yapabilmişti.
   (117) Rıfkı, geri döndüklerinde öğretmenlerine ve yemekleri hazırlayan Kemal öğretmenin eşi Nevin hanıma çok teşekkür etti. Onlar da kahramanlarımıza iyilik yapma fırsatı verdiği için Rıfkı’ya teşekkür ettiler. Bu sırada Nevin Hanım:
-Rıfkıcığım, ben İstanbul'un nasıl fethedildiğini de merak ediyorum. Beni o zamana da götürür müsün, dedi. Kemal Bey de hemen araya girerek:
-Aaaa Nevinciğim, benden habersiz mi gideceksin? Ben de İstanbul'un fethini ve Fatih Sultan Mehmet'i çok merak ediyorum, dedi. Selim bey de:
-Madem öyle şeyler var, öyleyse ben de Kurtuluş Savaşı'nı görmek istiyorum, dedi. Herkes bir şey isteyince Cevdet öğretmen durur mu? O da:
-Şu ilk insanları çok merak ediyorum. Beni de tarih öncesi çağlara götürür müsün, diye ricada bulundu.
   (118) Rıfkı, bu isteklerin hiç bitmeyeceğini görünce her şeyin unutulmasını diledi. Biraz sonra herkes birbirine “Ne işimiz var burada?” der gibi bakmaya başladı. Cevdet öğretmen, Kemal öğretmene:
-Yahu Kemal bey, biz ne zaman sizin evinize geldik, deyince Selim öğretmen de şaşkınlıkla:
-Evet ya! Niye geldik ki buraya? Hiçbir şey hatırlamıyorum, dedi. Nevin hanım da elindeki boş tencereleri göstererek:
 -Bey bu tencereler niye benim elimde? Ne yapacaktım ben bunları? İçleri de bulaşık bunların. Biz bir şeyler mi yedik yoksa?  Hiçbir şey hatırlamıyorum, diyerek O da şaşkınlığını dile getirdi.  Kemal öğretmen:
-Yok hanım ne yemesi! Niye evimizde toplandık onu da hatırlamıyorum. Aaaa, Rıfkı da buradaymış! Evladın senin ne işin var burada, diye hayretle sordu.
   (119) Rıfkı, olanları anlatamazdı. Anlatsa da zaten inandıramazdı. O yüzden Kemal öğretmene:
-Siz çağırdınız ya öğretmenim!
-Evladım, seni niye çağırayım?
-Sarma, dolma, baklava var. Gel, sen de ye dediniz ya!
-Yok ya, Allah Allah hiçbir şey hatırlamıyorum! Yedik mi bari bir şeyler?
-Yedik öğretmenim. Yemeklerin hepsi de çok lezzetliydi. Çok teşekkür ederim.
-İyi de evladım, ben seni çok tanımam ki! Öğrencim de değilsin. Seni niye çağırdım acaba?
-Orasını bilemem öğretmenim! Sarma, dolma var deyince koşarak geldim. Ama artık geç oldu. Beni eve bırakmanız lazım.
   (120) Aslında Rıfkı’nın söyledikleri yalan sayılmazdı. Gerçekten de sarma, dolma ve baklavadan yemişti. Hem onun eve gelmesini isteyen de Kemal Öğretmendi.


   (121) Selim ve Cevdet öğretmenler, Rıfkı’yı eve bıraktılar. Rıfkı eve döndüğünde oldukça geç olmuştu. Annesi “Sen iyice azıttın Rıfkı! Eve geç gelmelerin çoğaldı. Ne haltlar karıştırıyorsun?” diye kızdı. Rıfkı, inanmayacağını bildiği halde annesine olan biten her şeyi anlattı. Tabi ki annesi onun anlattığı hiçbir şeye inanmadı. Tüm bunların yalan olduğuna inanarak Rıfkı’ya çok kızdı. Bir daha geç kalmamasını ve okul çıkışı hemen eve gelmesini tembihledi.  Akşam yemeğinde babası da “Oğlum başına bir şey gelse, bizim nasıl haberimiz olacak? Nerede olduğunu biz nasıl bileceğiz?” diye kızdı ve bir daha böyle bir şey yapmamasını söyledi.
   (122) Rıfkı, yemekten sonra odasına geçip ödevlerini bitirdi. Aklı hep Seyit Onbaşı’daydı.  Savaştan sonra Seyit Onbaşı ne yapmıştı acaba? Nerede yaşamıştı? Nerede çalışmıştı?   Tüm bunları çok merak ediyordu. Hemen internetten kısa bir araştırma yaptı ve okuduklarına çok üzüldü.
   (123) Seyit Onbaşı, Balıkesir Havranlı’ydı. Havran’ın da bir köyünde yaşıyordu. Savaştan yıllar sonra evine gidebilmişti. Köyüne vardığında hemen evine gitmemişti. Komşusuna giderek eşinin durumunu sormuştu. Çünkü on yıldan fazla askerlik yapmıştı ve bu sürenin çoğu savaşlarda geçmişti. Eşiyle bu süre içinde haberleşememişti. Bu yüzden eşi kendisinin öldüğünü sanıp tekrar evlenmiş olabilirdi.
   (124) Komşusu Seyit Onbaşı’ya eşinin hep kendisini beklediğini ve savaşlarda şehit düştüğüne inanmadığını, bu yüzden de tekrar evlenmediğini söyledi. İşte ancak o zaman Seyit Onbaşı evine gidip kapıyı çalabilmişti. Kapıyı açan bir kız çocuğuydu. Askere giderken iki, üç yaşlarında olan bu kız, kapıdakinin kendi babası olduğunu anlayamamıştı. Annesine “Anne, bir adam geldi baksana!” diye seslendi.
   (125) Eşi Kapıya geldiğinde Seyit onbaşıyı tanımış ve kızına “Kızım, bu senin baban. Baban gelmiş, baban.” diye sevinçten haykırmıştı. Sonra da eşine “Hoş geldin bey, hoş geldin.” diyerek sarılmış ve mutluluktan ağlamıştı.
   (126) Bundan sonraki yaşamında da Seyit Onbaşı hep fakir olarak yaşadı. Ormanlardan kestiği ağaçları satarak geçimini sağlamaya çalıştı.
   (127) Bir gün Mustafa Kemal Balıkesir'e geldiğinde, Seyit Onbaşı'nın orada yaşadığını öğrendi. Bu büyük kahramanı görmek istedi. Onun çok fakir bir yaşam sürdüğünü öğrenince de ona yaptığı kahramanlıktan dolayı maaş bağlamak istedi. Ancak Seyit Onbaşı “Ben O gemiyi bana maaş bağlasınlar diye değil, vatanımın, milletimin selameti için batırdım.” deyince Mustafa Kemal de çok duygulanmıştı.
   (128) Rıfkı, okumasını bitirince “Vay be Seyit Onbaşı’ya bak! Çok fakir olmasına rağmen devletin bağlayacağı maaşı bile kabul etmemiş. Ne kadar büyük bir insanmış gerçekten.” diye düşündü. Böyle bir kahramanla tanıştığı için kendisini çok şanslı hissediyordu. Bundan sonraki yaşamında da kendisine Seyit Onbaşı’yı örnek almaya çalıştı.


- SON –

Beğendiyseniz yorum yapmayı ve paylaşmayı unutmayın. :)



Yorum Gönder

0 Yorumlar